UYUŞMAZLIKLARI ETKİLEYEN FAKTÖRLER
  • Üyelik

İÇ VE DIŞ POLİTİKA KAYGILARININ ETKİSİ (3)

Alt Kategoriler

Yunan Dış Politikası’nda Türk-Yunan İlişkileri ve İç Politika Kaygıları (0)

Yunan Dış Politikası’nda Türk-Yunan İlişkileri ve İç Politika Kaygıları 

Yönetimlerin iç politika kaygılarıyla davranarak iki ülke arasındaki ilişkileri sarsacak olaylara sebep olduklarının örneklerine Yunanistan açısından da değinilebilir. Gerçekten de, ilerleyen dönemlerde Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin bozulmasında oldukça önemli bir yere sahip bulunan  Kıbrıs konusunun Yunanistan’da iç politika gündemine getirilişi ve Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi konusunun bir ulusal dava niteliği kazanması süreci dikkate alındığında, iç politika kaygılarının yoğun etkide bulunduğu görülmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunan halkının müttefikler yanında yer alarak İtalyanlara ve Almanlara karşı verdikleri savaşın karşılığı olarak Oniki Adalar’ın Yunanistan’a verilmesi Kıbrıs’a ilişkin beklentilerin yeniden gündeme gelmesine yol açmıştır. Başlangıçta İngiltere ile olan ilişkilerin bozulmamasına özen gösterilirken, Türkiye ve Yunanistan arasındaki statükonun bozulması dikkate alınmadan bu tarz bir politika izlenerek Yunan halkının ulusçu duygularının uyarılmış olması, ilerleyen dönemlerde sağduyulu düşünmeyi güçleştirmiş, izlenecek politikalarda ulusal kamuoyunun beklentilerinin aşırı ölçüde etkili olmasına yol açmıştır.[1]

Diğer yandan, savaş sonrası dönemde Yunanistan’da ve Kıbrıs’da özellikle Kilise tarafından uyarılan Enosis yönündeki ulusçu isteklerin gerçekleştirilebilmesini sağlamak için Yunanlı yöneticiler büyük ölçüde bir ikilem içerisine düşmüşlerdir. Bir yandan, 1949 yılına değin süren iç savaş sırasında sarsılan ulusal dayanışmayı yeniden sağlamak için çaba gösterilirken, diğer yandan da Yunan ulusal birliğinin sağlanmasına koşut olarak, soğuk savaşın getirmiş olduğu ulusal güvenlik kaygılarını azaltacak uluslararası bağlantıların kurulması gereği, Yunan devlet adamlarının Kıbrıs konusunda kamuoyunda yaygınlaşan Enosis isteklerini uluslararası gündeme getirmelerini güçleştirmiştir. Özellikle, büyük ölçüde İngiltere’ye bağımlı olan bir Yunanistan’ın, bu ülkeyle olan stratejik çıkar ve bağlarını sarsmasını göz ardı ederek bu ülkenin egemenliğinde bulunan bir ada üzerinde hak iddiasında bulunması uygun bulunmamıştır bu dönemde. Dolayısıyla, Kıbrıs konusunda Yunanistan’da resmi bir politikanın oluşması büyük ölçüde iç politik sistemin ve ulusal dayanışmanın yerleşmesine koşut olarak yürümüştür. Diğer yandan, İngiltere’nin Akdeniz bölgesinde üstlenmiş olduğu liderlik rolünü ABD’ye kaptırmaya başlaması da Yunanistan’ın İngiltere karşısında daha rahat hareket edebilmesini kolaylaştırmıştır.

Yunanistan’ın Kıbrıs konusundaki istemlerini uluslararası alana taşıma girişimlerinde iç politika kaygılarının etkisini görmek mümkündür. 1952 yılında Papagos’un seçimlerde başarı kazanarak iktidara gelmesinde Kıbrıs konusunun ilk kez bir partinin programında yer almış olmasının ve Papagos’un, İngiltere’ye karşı Yunan kamuoyunun isteklerini savunabilecek ulusal lider olarak görülmüş olmasının etkili olduğu söylenebilir. Gerçekten de, Papagos, 1954 yılında Kıbrıs konusunu uluslararası gündeme taşırken büyük ölçüde Yunan kamuoyunun göstermiş olduğu duyarlılığa ve Yunan kamuoyunda uyandırmış olduğu saygınlığa dayanmıştır. [2]

Diğer yandan, Yunanistan’da özellikle 1960 sonrası dönem Türk-Yunan ilişkilerinin Yunan iç politikasındaki dalgalanmalardan etkilendiği dönem olmuştur. Zürih ve Londra Anlaşmalarıyla Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumları arasında hak ve statülerinin belirlenmiş olduğu ve garanti altına alındığı bir bağımsız Kıbrıs devletinin kurulmuş olmasına karşın, kısa bir süre sonra, Yunan ve Rum kamuoyunun Enosis yönündeki istemlerinden bütünüyle vazgeçmediği ortaya çıkmıştır. Bu durum, Türkiye ve Yunanistan arasında ilişkilerin yeniden dostluk ve işbirliği çerçevesinde geliştirileceği ümitlerini suya düşürmüştür. Kısa süre sonra, Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik şiddet hareketlerine dönüşen toplumlararası görüş ayrılıkları, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri temelden sarsarken Yunanistan’da bağımsız bir Kıbrıs’tan Enosis’e nasıl ulaşılacağının olası planları yapılmaya başlanmıştır. Enosis’in gerçekleşmesine en önemli engelin Türkiye oluşu karşısında Yunanistan, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesini güçleştirecek her türden önlemi alma yoluna gitmiş ve 1963-64 bunalımları sonrasında Kıbrıs Rum toplumuna askeri gereç ve uzman yardımında bulunmaya başlamış, sayıları 20 bini bulan oranda asker gizlice Kıbrıs’a gönderilmiştir.[3] Bir yandan iç politikada Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması isteklerinin kamuoyu önünde siyasi partilere yüklediği sorumluluk, diğer yandan, Türkiye’nin Yunan kamuoyunun isteklerinin gerçekleşmesi önünde oluşturduğu engel, Yunan hükümetlerinin rasyonel davranmalarını güçleştirmiştir. İç çekişmelerin ötesinde, siyasi partiler, silahlı kuvvetler, kilise ve üniversitelerin Kıbrıs konusundaki duyarlılığı ve görüş birlikteliği, giderek, hükümetlerin Türkiye engelini iç politikada daha fazla gündeme getirmelerine ve Türkiye karşıtı ulusçu duyguların güçlenmesine yol açmıştır. Bir anlamda, hiçbir paylaşıma gitmeden ve adada yaşayan Türk toplumuna azınlık hakları dışında hiçbir eşitlikçi hak tanımadan gerçekleştirilecek Enosis’i; gerek diplomatik görüşmeler gerekse sıcak çatışmalarla elde edilememesinin Yunan kamuoyunda yarattığı düş kırıklığı, yönetime karşı güveni sarsan bir konu olmuş, iktidar/muhalefet ayrımı içerisinde hükümetin başarısızlığı Türkiye faktörü ile giderilmeye çalışılmıştır.

Diğer yandan, Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan uyuşmazlık ve karşılıklı güvensizliğin yöneticilere iç politikada karşılaşmış oldukları sorunları gündemden uzaklaştırma ve kamuoyunda yönetime karşı oluşan tepkileri azaltma olanağı verdiği söylenebilir. Bu bakımdan 1967 Nisan ayında Yunanistan’da gerçekleştirilen askeri darbe sonrasında iktidara el koyan yöneticilerin Türk-Yunan ilişkilerine ve bu arada Kıbrıs sorununa yaklaşımları ilginçtir. Askeri yönetimin iç ve dış politika çıkarları bakımından başarılı sonuçlar elde edebilmesi için ilgilendiği konuların başında Yunan kamuoyunun hemen tümünün ortak ilgisini üzerinde toplayan ve sivil iktidarların bir türlü ilerleme kaydedemediği Enosis konusunda ciddi adımlar atmak gelmiştir. Cunta aleyhinde oluşan kamuoyu tepkisi, bir bakıma, Enosis yolunda atılacak adımlara bağlı olarak değerlendirilmiştir. Ancak, cuntanın Kıbrıs konusunu iç politikada karşılaşmış olduğu kamuoyu tepkisini giderme amacıyla ele alışı, ortaya çıkan gelişmeler sonucunda cuntanın bu kararında isabetli davranmadığını göstermiş ve cunta aleyhine görüşlerin daha güçlenmesine yol açmıştır.

Yunan askeri cuntası, başlangıçta Enosis’e ulaşmak için Türkiye ile diplomatik görüşmelere gidilmesi yolunu denemiş ve bu amaçla 9-10 Eylül 1967 tarihinde Türk-Yunan temsilcileri Trakya sınırında biraraya gelerek görüşmelerde bulunmuşlardır. Ancak, bu görüşmelerde Türk tarafının Enosis fikrine mutlak karşıt olması bu yöndeki çabaları sonuçsuz bıraktığı gibi, görüşmeler Yunan kamuoyunda askeri cuntanın başarısızlığı, yenilgisi olarak değerlendirilmiştir. İzleyen dönemde, Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik şiddet hareketlerinin -cunta desteğini arkasına alan Grivas tarafından- başlatılması ile askeri cuntanın Enosis’i gerçekleştirmek ve Yunan/Kıbrıs Rum kamuoyunda yerini sağlamlaştırmak isteği büyük yara almıştır. Gerçekten de 1967 bunalımı ile birlikte, Yunan askeri cuntası ile Kıbrıs Rum liderliği arasındaki yakınlaşmanın giderek daha da bozulduğu ve cunta saygınlığını yitirirken Makarios’un saygınlığının artmaya başladığı gözlenmiştir.

Diğer yandan, 1967 Kasımında ortaya çıkan Kıbrıs bunalımı sırasında askeri cuntanın sebep olduğu gerginliği gidermek amacıyla geri adım atması ve Türkiye’nin ileri sürmüş olduğu şartları kabullenmesi, ilerleyen dönemlerde Yunan iç politikasında askeri cunta liderlerine yönelik suçlamalara konu edilmiştir. Özellikle bunalımın atlatılması için askeri cuntanın Yunanistan’daki sivil iktidarlar/G. Papandreu döneminde gizlice Kıbrıs’a yerleştirilmiş bulunan Yunan askerlerini 6 hafta içinde geri çekmeyi kabullenmesi cuntanın Yunan ulusal çıkarlarına ihanet ettiği suçlamalarına yol açmıştır. Yunan kamuoyunda askeri cuntaya karşı yürütülen propaganda sırasında cuntanın ulusal çıkarlara ihanet ettiği ve Türkiye karşısında Kıbrıs konusunda sivil iktidarların kabullenemeyeceği ödünlerin verildiği ileri sürülmüştür.

1974 Sonrası Dönem 

Yunan iç politikası açısından Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan gerginliğin ve karşılıklı güvensizliğin söz konusu edildiği bir başka dönem ise 1974 Kıbrıs  bunalımı ile ortaya çıkmıştır. Askeri cuntanın Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmasına yol açan darbe girişiminde bulunmasının ardından yaşanan olaylar Yunan iç politikasında köklü değişikliklere yol açmıştır. Türkiye’nin garantörlük sıfatına dayanarak bir dizi garantörler arası görüşmeden sonra Kıbrıs’taki Türk toplumunun hak ve statülerini korumak amacıyla askeri müdahalede bulunması dolaylı olarak Yunanistan’da askeri cuntanın iktidarı terk etmesine yol açarken Yunan ulusal dayanışmasının yeniden oluşturulması çabalarında sivil iktidarı ele alan yöneticilere büyük bir olanak sağlamıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında bir Türk-Yunan savaşı olasılığının gündemde olması, Yunanistan’da askeri cuntanın iktidardan uzaklaşması ile hükümete gelen Karamanlis’e cuntadan sivil yönetime geçişin sarsıntısız olmasını, iç çatışmaları önleme olanağını vermiştir. Türkiye ile bir savaş olasılığı, sıklıkla vurgulanarak ulusal dayanışma korunmak istenmiştir.

Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesini izleyen günlerde Yunanistan’da iktidarın Karamanlis’in liderliğinde sivillerin eline geçmiş olmasına karşın, tam anlamıyla bir yönetimsel karmaşa yaşanmıştır. Sivil idarenin ordu üzerindeki denetiminin ne ölçüde sağlanabildiği konusunda derin kuşkular bulunmuştur. Diğer yandan, sivil iktidar, silahlı kuvvetler ve halk birbirine ne ölçüde güvenebileceğini uzun süre kestirememiştir. Bir yandan cunta dönemindeki baskı ve şiddetin ortaya çıkarmış olduğu ordu/cunta karşıtı duygular, diğer yandan cuntanın sebep olduğu Kıbrıs bunalımından doğabilecek olan bir Türk-Yunan savaşı riski, tüm Yunanistan’da şaşkınlık ve endişe dolu bir süreç ortaya çıkarmıştır.

Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesine olanak verdiği için suçlanan askeri cunta sonrasında iktidara gelen Karamanlis, böylesi bir ortam içerisinde, Yunanistan’da sivil yöneticiler, siyasi partiler, ordu ve halk arasındaki karşıtlıkları ortadan kaldırmak yönünde çaba gösterirken, Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaş çıkabileceği olasılığını iç politikada sürekli gündemde tutmuştur.

Bu açıdan bakıldığında, Kıbrıs olayları ve Türkiye’nin askeri müdahalede bulunmasının, Yunanistan’da Karamanlis yönetimine cunta döneminde sarsılan ulusal dayanışmayı yeniden kurma olanağı tanıdığı söylenebilir. Gerçekten de, Türkiye’nin başlangıçtan beri iki aşamalı olarak düşündüğü Kıbrıs’a müdahalesinin ikinci aşamasının Karamanlis’in iktidara geçmesinden sonra, sivil liderlerle yürütülen diplomatik görüşmelerin başarısız kalması sonucunda gerçekleşmiş olması, bir Türk-Yunan savaşı riskinin daha fazla olduğu kanısını uyandırmış, Karamanlis’in bu olasılığı iç politikada gündemde tutarak dayanışmayı sağlamasına olanak vermiştir.

Türk-Yunan ilişkilerinin gerginliğini koruması ve barışçıl görüşmelere rağmen sorunlara her iki tarafı da memnun edecek bir çözümün bulunamaması, Yunan dış politikasında önemli değişikliklere yol açmıştır. Öncelikle, ABD ve NATO’nun Türk-Yunan uzlaşmazlığında Türkiye’ye karşı ılımlı davrandığı ve Kıbrıs olayları sırasında Türkiye’yi engellemediğine olan inançla, Karamanlis yönetimi, ulusal kamuoyunda yoğunlaşan ABD ve NATO karşıtı tepkileri dikkate alarak, Yunanistan’ın NATO askeri kanadından ayrılmasına karar vermiştir. Ancak, Karamanlis’in bu kararı Yunanistan’ın Batı sisteminden kopması şeklinde yorumlanmamış, aksine, Karamanlis, Yunanistan’ın Avrupa’ya, Batı’ya ait olduğu inancını kamuoyuna benimsetmeye özel önem vermiştir. Dolayısıyla, Avrupa Konseyi ve AET çerçevesinde kurulacak ilişkiler, Yunanistan açısından Batı’ya bağlılığın işareti sayılmıştır.

Bir başka açıdan, askeri müdahalenin ikinci aşaması Karamanlis’in yönetime geçmesinden kısa bir süre sonraya rastlarken, Türkiye hakkındaki olumsuz görüşleri artırmıştır. Karamanlis, ikinci müdahalenin kendisini Yunan kamuoyu önünde güç durumda bıraktığını, yeni yönetimin -Kıbrıs Rum toplumunu Türk saldırısı karşısında yalnız bırakmış olduğu için- Yunan kamuoyu önünde saygınlığından kaybettiğini ileri sürmüştür. Bu saygınlık kaybı ise, ancak, Karamanlis’in barışı seçen ve Yunanistan’a demokrasiyi yeniden getiren kişi olarak tanıtılması; Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan’a karşı saldırgan ve yayılmacı amaçlar beslediğinin dile getirilmesi ve NATO’dan ayrılmayla dengelenmeye çalışılmıştır.

Yunan kamuoyunun Türkiye karşıtı tepkisi, Karamanlis yönetiminin görüşmeler sırasındaki tutumunu da etkilemiştir. Türk-Yunan savaşı olasılığına karşın Karamanlis yönetiminin  Yunan Silahlı Kuvvetlerinin durumunu göz önünde bulundurarak askeri bir seçeneği kullanılabilir bulmaması, diplomatik girişimlere ağırlık verilmesine yol açmıştır. Diplomatik girişimler sırasında ise, Karamanlis yönetimi, Yunan kamuoyunun aşırı duyarlılığını ileri sürerek kendinden ödün beklenmemesini dile getirmiş, bu durum gerek Kıbrıs sorununa gerekse iki ülkeyi ilgilendiren diğer sorunlara ortak bir çözüm bulunmasını engellemiştir.

Türkiye’nin 20 Temmuz’da başlattığı birinci harekâtın 22 Temmuz’da kabul edilen ateşkesle durmasının ardından, 23 Temmuz’da askeri cunta çökmüş, 24 Temmuz’da Karamanlis Yunanistan’a gelerek Başbakan olmuştur. Ateşkesle birlikte, Yunanistan’da işbaşına gelen Karamanlis yönetimi ve Türkiye arasında diplomatik görüşmelere Cenevre’de başlanmış, ancak 30 Temmuz’da sona eren birinci tur görüşmelerde bir sonuca varılamamıştır. 6 Ağustos’ta başlayan ikinci tur görüşmelerden de bir sonucun elde edilememesi üzerine Türkiye, 14 Ağustos’ta harekâtın ikinci bölümüne başlamıştır.

24 Temmuz ile 14 Ağustos arasında geçen sürede, Yunanistan’da sivil yönetimin, Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunabilmesi için gerekli adımları atabilecek olanak ve yapılaşmadan yoksun olduğu anlaşılmıştır. Gerçekten de, birinci ve ikinci Cenevre görüşmeleri sırasında Yunan temsilcileri ne Türkiye’nin çözüm önerilerini mantıklı ve tutarlı bir şekilde değerlendirebilmişler ne de kendileri böyle bir öneri getirebilmişlerdir. Hatta, Türkiye tarafından son bir çözüm umudu olarak önerilen kantonal formül bile dikkate alınmamış, daha sonra Karamanlis’in açıkladığı gibi Türkiye’nin bu önerisi kendisine iletilmemiştir bile.[4]

Bir başka açıdan, Türkiye’nin kararlılığı ve uluslararası koşullar, Karamanlis yönetimi tarafından sağduyu ile ele alınamamıştır. Kıbrıs’ta ateşkes sağlanmış, Türkiye ile diplomatik görüşme süreci açılmış, gerek Makarios gerekse Sampson işbaşından uzaklaştırılmış ve yerine Klerides getirilmiş, ancak, Karamanlis yönetimi bu ortamda, yeniden uluslararası kamuoyunda artmaya başlayan Yunan sempatisinden yararlanarak Türkiye’ye baskı uygulanmasına çalışmış ve baskılar sonucunda Türkiye’nin daha fazla ileri gidemeyeceğini ve Yunanistan’ın görüşlerinin kabul edileceğini sanmıştır.

Türkiye’nin ikinci harekata başvurmak zorunda kalması, Karamanlis yönetimini bir bakıma zor durumda bırakırken, Yunan iç politikasında gerekli olan ulusal dayanışma ve birlikteliği sağlaması bakımından olumlu bir rol oynamıştır. Gerçi askeri cunta dönemi yöneticilerin silahlı kuvvetlerdeki görevlerine devam etmeleri yeni yönetimi tedirgin etmiş ve davranışlarını sınırlandırmıştır; ancak, cunta karşıtı kamuoyunun yoğun tepkisi sivil yönetime belirgin bir serbesti tanımıştır.

Bu ortam içerisinde, yeni Yunan yönetimi, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri bozan konularda ve gündemdeki en önemli sorun olan Kıbrıs sorununda cesaretli kararlar alamamış, sorunlara bir çözüm yolu bulunmasını sağlamaktan çok, demokrasiye yeniden geçişin sarsıntısız olmasına çalışmış, Yunan ulusal dayanışmasını sağlama çabası içine girmiştir.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin 1974 Kıbrıs olayları sonrasındaki yönelimine bağlı olarak, Yunan iç politikasında Türkiye’ye daha fazla yer verilmeye başlanmıştır. Özellikle, Ege Denizi kıta sahanlığı konusundaki gelişmelerin iki ülke arasındaki gerginliği tırmandırması, Yunan dış politikasının hareket sahasını kısıtlamıştır. NATO’nun askeri kanadından ayrılmış olduğu için silahlı kuvvetlerin gereksinimlerinin giderek daha fazla oranda Yunan ekonomisi üzerinde ağır bir yük oluşturmaya başlamasının yanı sıra, ulusal güvenlik açısından Türkiye’nin Yunanistan’a yönelik bir tehdit kaynağı oluşturduğuna olan inanç Yunan Silahlı Kuvvetlerinin yeni bir yapılanmaya kavuşturulmasını gerektirmiştir. 1980’li yılların başına kadar Yunanistan, Türkiye ile ikili ilişkilerinde daha çok diplomatik baskı arayışları içerisinde bulunurken, izlenen bu yaklaşım, Yunanistan’da  Papandreu liderliğindeki PASOK tarafından eleştirilmiş, Türkiye’ye karşı daha sert bir politikanın izlenmesi gerektiği iddia edilmiştir. Bu durum öyle bir hal almıştır ki, 1976 Ağustos ayında Türkiye HORA araştırma gemisini Ege Denizi’nde araştırma yapmakla görevlendirdiğinde, Papandreu, Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı sert önlemler almasını, HORA’nın batırılmasını önermiştir.

1974-80 süreci içerisinde Yunanistan’da birbiri ardına iktidara gelen muhafazakar hükümetler, Yunanistan’ın Türkiye ile doğrudan bir savaşın eşiğine gelmesinden özenle kaçınmış ve Türkiye ile olan sorunlar bu ülke üzerinde oluşturulan uluslararası baskıların eşliğinde çözümlenmeye çalışılmıştır. ABD’nin Türkiye’ye uygulamakta olduğu silah ambargosunun Kıbrıs sorununda sağlanacak gelişmelere bağlanmış olması, Avrupa Konseyi, NATO siyasi kanadı çerçevesinde Türkiye’ye uygulanan baskılar bu bağlamda sıralanabilir. Bu dönemde Türkiye’nin ekonomik bakımdan içinde bulunduğu bunalım ve dış yardım, kredi gereksinimi içerisinde olması, uygulanacak baskıları daha da artırmıştır

Diğer yandan, demokratik rejimin yerleşmesine koşut olarak, Yunanistan’ın Batı’ya, Avrupa’ya olan bağlılığı daha da artırılmaya başlanmış, Yunanistan’ın Avrupa Konseyi, AET ile olan ilişkileri yeni bir çizgiye oturtulmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda, Karamanlis’in ABD karşısında daha bağımsız, ancak Avrupa ile ilişkileri sağlam temellere oturtulmuş bir Yunanistan kurmak arzusu, giderek Yunanistan’ın askeri açıdan da Avrupa ile olan bağlarını kuvvetlendirmesini zorunlu kılmıştır. Sonunda, Yunanistan’ın NATO askeri kanadından çıkmasının yarardan çok zararlı sonuçlar doğurmaya başladığı görülmeye başlanmış ve 1977 yılından itibaren Yunanistan, NATO askeri kanadına geri dönüş yollarını aramaya başlamıştır. Gerek Yunanistan’ın AET’e tam üye olma isteğine diğer üye ülkelerin Türkiye ile olan ikili sorunlarını çözümleme şartı getirmiş olması, gerekse NATO askeri kanadına dönüş için Türkiye’nin vetosunun giderilmesi gereği, Yunanistan’ın dış politikasında Türkiye ile olan ilişkilere belirgin bir öncelik kazandırmıştır.

Bir başka açıdan, 1980’li yıllara değin gerek Karamanlis ve sonra gelen Rallis döneminde izlenen politikalar daha sonra 1981 yılında iktidara gelen Papandreu liderliğindeki PASOK’a avantaj sağlamıştır.

1980 Sonrası Dönem

Karamanlis ve Rallis hükümetleri gibi, PASOK’un da Türkiye’yi Yunanistan’ın egemenlik hakları ve toprak bütünlüğü açısından potansiyel bir tehlike ve tehdit kaynağı olarak gördüğü söylenebilir. Bununla birlikte, PASOK hükümetleri, kendinden önceki muhafazakar hükümetlerden uygulanacak dış politika ilke ve yöntemleri açısından farklı olduğu iddiasını taşımıştır. Gerçekten de, 1974-1981 sürecinde Yunan kamuoyunun ulusçu yaklaşımlarını, beklentilerini dile getiren radikal politikalar izlenmesi gereği üzerinde durulmuş, özellikle Türkiye ile ilişkiler açısından muhafazakar hükümetlerin Türkiye ile ikili görüşmelerde bulunmaları, Yunanistan’ın egemenlik hakları ve toprak bütünlüğünün pazarlık konusu yapıldığı suçlamalarına neden olmuş ve eleştirilmiştir. Bu durum, Yunanistan’da diğer etkenlerle birlikte, PASOK’un seçimlerde oy oranının artmasına katkıda bulunmuş, ABD ve NATO’nun Türkiye’yi stratejik konumu nedeniyle Yunanistan’a karşı eylemlerinde tercih ettiği, desteklediği kanısı ile birlikte, bunlara karşı duyulan tepki, belirgin oranda Türk karşıtlığını da içermiştir.

Ancak seçimler sırasında dile getirilen Batı karşıtı, en azından Batıya fazla bağlı olmayan, çok yönlü, kişilikli bir dış politika izleneceği ve ekonomik kalkınmaya ağırlık verileceği görüşünün tam olarak gerçekleştirilmesi sırasında Türkiye ile olan ilişkilerin belirleyici rol oynadığı görülmüş ve seçimler sırasında dile getirilen ideolojik yaklaşımlar, yerini daha gerçekçi politikalara bırakmıştır. 1981-1987 arası dönem bu bakımdan Türkiye ile olan ilişkilerin Yunan iç ve dış politikasında sürekli vurgulandığı bir dönem olmuştur.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar, PASOK hükümetinin ilk dönemlerinde PASOK’un genel dış politikası çerçevesinde değerlendirilmiş ve bu durum iç politikada kamuoyunun ulusçu duygularını okşadığı ve beklentilerine uygun düştüğü için uzun süre sürdürülmüştür. Türkiye’nin iki ülke arasındaki sorunlara ilişkin hemen her açıklaması, bu dönemde Papandreu’nun katı pragmatik yaklaşımı ile değerlendirilmiştir. “Türk tehditi” iddiaları, Türkiye’nin Yunanistan’a karşı saldırgan ve yayılmacı emeller beslediği iddiaları, Yunan kamuoyu önünde sıklıkla vurgulanmış, Türkiye ve Yunanistan arasında, Yunan egemenlik haklarını ilgilendiren hiç bir konuda görüşmelerin yapılamayacağı dile getirilirken iki ülke arasında uyuşmazlık yaratan konuların görüşmeler yoluyla değil, ancak Uluslararası Adalet Divanı’na gidilerek çözümlenebileceği iddia edilmiştir.

Papandreu’nun bu yaklaşımı, iki ülke arasındaki sorunların çözümlenmesini güçleştirmekle kalmamış, aynı zamanda güvensizlikleri daha da artırmıştır. 1983 yılına kadar Türkiye’de askeri yönetimin iktidarı elinde tutmakta oluşu ve bunun Türk dış politikası üzerindeki olumsuz etkilerinden yararlanarak Papandreu liderliğindeki PASOK hükümeti, Türkiye’ye baskı uygulamaya çalışmıştır. Özellikle, Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönüşünde olduğu gibi, ABD ve NATO üyesi ülkelerin Türkiye üzerinde uygulayacakları baskı ve telkinlerin iki ülke arasındaki uyuşmazlıkların Yunanistan’ın istediği şekilde çözümlenmesine yarayacağı düşünülmüştür.

Oysa beklenenin tam tersi olmuştur; PASOK’un izlemeye çalıştığı pragmatik yöntemler, Türkiye’de Yunanistan’ın gerginliği artırmak isteyen taraf olduğu kanısını  pekiştirmiş, uyuşmazlığın sürmesinden kişisel olarak Papandreu’nun sorumlu olduğu görülmeye başlanmıştır.

1981-1987 arası dönede PASOK hükümetinin izlemiş olduğu dış politikanın sonucu olarak, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler 1984 ve 1987 yılında olmak üzere iki kez ciddi olarak savaşın eşiğine kadar gelmiştir. Gerek 1984 yılındaki Yunan savaş gemisine ateş açıldığı suçlaması sırasında, gerekse 1987 yılındaki kıta sahanlığı bunalımı sırasında, iki ülke arasındaki gerginlik, ittifak üyesi ülkelerin yoğun çabaları sonucunda giderilebilmiştir. Bu iki olayda da Papandreu liderliğindeki PASOK hükümetinin tutarsız ve çelişkili bir politika izleyerek Yunanistan’ı istenmeyen bir savaşa sürükleyebileceği suçlamaları yapılmış ve PASOK hükümeti, muhalefet partileri tarafından sorumsuzlukla suçlanmıştır.

Her iki olayda da hükümet, olayları bütün yönleriyle değerlendirmek ve kararını elde ettiği bilgiler altında saptamak yerine, kamuoyunda ani dalgalanmalara neden olan duygusal davranışlar sergilemiştir. Bu durum, PASOK hükümetinin ve kişisel olarak da Papandreu’nun inandırıcılığını sarsmıştır.

PASOK ve kişisel olarak da, Papandreu’nun inandırıcılığının giderek azalmasına yol açan bir nokta olarak Yunanistan’ın sürekli olarak Türkiye tarafından tehdit edilmekte olduğunu, ulusal egemenliği ve toprak bütünlüğünün Türkiye’nin tehditi altında olduğunu iddia etmesine karşın Türkiye sıklıkla, Yunanistan da dahil olmak üzere, hiç bir komşusundan herhangi bir toprak isteminde bulunmadığını açıklamış olmasıdır. Dolayısıyla, tehdit kaynağı olarak gösterilen Türkiye’nin ısrarla iki ülke arasında diyalog kurulmasından söz etmesi ve Yunanistan’dan herhangi bir toprak isteminde bulunmadığını açıklamış olması, PASOK hükümetine yönelik eleştirilerin artmasına neden olurken Türkiye ile ciddi olarak diyaloga gidilmesi gerektiğini vurgulanmıştır.

1981 yılında iktidara geçen Papandreu liderliğindeki PASOK’un uygulamaya çalıştığı dış politikada Türkiye ögesine geniş yer vermesinde Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin bu konudaki duyarlılığının da etkin olduğu söylenebilir.

1974 Kıbrıs olayları sırasında Türkiye’nin askeri müdahalede bulunmasını önleyecek girişimleri yapamamış olmanın verdiği duygusallıkla Yunan Ordusu, sürekli bir tehdit kaynağı olarak gördüğü Türkiye karşısında hem moral hem de donanım bakımından hazırlıklı olmak istemekte ve bu nedenle siyasi iktidarın savunma gereksinimlerini dikkate almasını istemektedir. PASOK hükümeti ve ordu arasındaki ilişkiler büyük ölçüde bu çerçeve içerisinde yapılanmıştır. PASOK’un ülkedeki ABD askeri üslerini kapatma eğiliminde olması, NATO’ya üyeliğe tepki göstermesi, askeri liderlerin PASOK hükümetine bakışlarında kuşku yaratmıştır. Türkiye ile olan ilişkilerin iki ülke arasında bir savaş riskinin her zaman göz önünde bulundurulmasını gerektirmesi ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki askeri güç dengesinin sağlanması için gereken askeri yardım ve modernizasyon, ulusal savunma sanayinin kurulması zorunluluğu, ordu-siyasi iktidar arasındaki güven ve işbirliğini duyarlı hale getirmiştir.

Bu bağlamda, ordu-siyasi iktidar arasındaki güven ve dayanışma bakımından Türkiye ile olan ilişkilerdeki gerginlik, birleştirici rol oynamıştır. Örneğin, Papandreu, Türkiye ile ilişkilerin gerginleştiği sıralarda, adalara ziyaret düzenlemiş, ulusal günlerde ordu mensuplarına ulusçu duyguları ayakta tutan ve moral veren konuşmalar yapmıştır.

Yunanistan’ın Türkiye’den kaynaklanan güvenlik kaygıları taşıdığı ve bu kaygıların azaltılması için de iki ülke arasındaki güç dengesinin sağlanması gerektiğini vurgulayan Papandreu; “Silahlı Kuvvetler Günü nedeniyle yayınladığı mesajda ‘zor zamanda yaşıyoruz. Aleyhimize isteklerde bulunuluyor ve Helenizmin bir parçası yabancı işgal kuvvetleri altında inliyor,” demiştir. [5]

Bir süre sonra ise, “Yunanistan Başbakanı A. Papandreu, Agripnos Fruros tatbikatının son safhasını  izledikten sonra verdiği demeçte, ‘Kıbrıs’da yabancı askerlerin işgali 9 yıldır sürüyor. Moratoryum sağlamakta başarılı olunmasına ve Türkiye ile bu mütarekemize rağmen sınırlarımız ve egemenliğimizle ilgili temel sorunlarımız devam ediyor. Türkiye’nin yayılmacılık eğilimi nedeniyle tehlike ile karşı karşıya bulunuyoruz,” demiştir.[6]

PASOK’un iktidara gelişinin ikinci yıl kutlamaları sırasında yaptığı konuşmada da Papandreu; “... ilk işimiz Silahlı Kuvvetlerimizin gücünü artırmak ve ülkenin güvenlik ihtiyaçlarının gerektirdiği şekilde doğru olarak yerleştirmektir. Türklerle Yunanlılar yıllarca huzur içinde yaşamışlardır. Bugün de aynı şeyi yapabileceklerdir, demiştir.”[7]

“Larissa’da 600 subaya hitaben yaptığı konuşmada Papandreou, ‘Yunanistan’ın kara bölümüyle adalarının savunmasından sadece ve sadece Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin sorumlu olduğunu’...  Limni Adası’nın dahil edilmemesi halinde, NATO tatbikatları yapılmasının anlaşılır bir şey olmadığını belirten Papandreou, Yunanistan’ın bir bölümünün savunmasının ve buna benzer haklarının Türkiye’ye verilmesinin, Yunanistan’ın temel egemenlik haklarının hiçe sayılması anlamına geleceğini,” vurgulamıştır. [8]

Türkiye’nin tehditleri karşısında, ülkesinin modern silahlara gereksinim duyduğunu açıklayan Papandreu, silahlı kuvvetlere modern silahlar sağlamanın Yunan devletinin görevi olduğunu ve bu görevin yerine getirileceğini belirtmiştir. Selanik’te yapmış olduğu konuşma sırasında da Papandreu, “... Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin dikkatinin kuzeye değil, tehlike ve tehditin geldiği doğuya -Türkiye’ye- yönelik olduğunu” söylemiş; “bağımsızlık ve toprak bütünlüğü olmadan barış olmaz,” demiştir.[9] Yaptığı bir başka açıklamada ise Papandreu, “Ege’de mevcut tehditler, Kıbrıs sorunu ve aynı zamanda müttefiklerimizin Türk taleplerine set çekmeye niyetli görünmemesi hükümetimizi, Silahlı Kuvvetlerini barışı kabul ettirmeye muktedir hale getirmek mecburiyetinde bırakmaktadır,” demiştir.[10]

1984 yılı sonlarına doğru, Yunanistan’da, Silahlı Kuvvetlerde hem üst düzey kadro değişikliğine gidileceği  hem de doktriner bazı değişiklikler yapılacağı haberleri gündeme gelmiş ve hazırlanan Yeni Savunma Doktrini çerçevesinde Yunanistan’ın, “tehlike kuzeyden var” dogmasına dayalı olan savunma sistemlerini “Yunanistan’ın doğudan tehdit edilmekte olduğu” dogmasına göre düzenleyeceği belirtilmiştir.[11]

Yunanistan’ın uygulamakta olduğu savunma politikasının; NATO planları çerçevesinde, Varşova Paktı’ndan gelebilecek bir saldırıya göre düzenlenmiş olmasına karşın uygulamada, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin bir savaş riskini taşıması dikkate alınarak 1974 yılından beri, zaten Yunanistan’daki hükümetler, ulusal silahlı kuvvetleri bir Türk-Yunan savaşı olasılığına göre yeniden konuşlandırmışlardır. Dolayısıyla, 1985 yılı başlarından itibaren yürürlüğe konulması kararlaştırılan Yeni Savunma Doktrini’nin askeri bir değişiklik getirmekten çok siyasi nitelikte bir karar olduğu düşünülmüştür.

Gerçekten de, Papandreu liderliğindeki PASOK hükümetinin bu yöndeki çabalarını açıklaması ile birlikte, gerek basın ve muhalefet partileri gerekse diplomatik/askeri çevreler, 1974’den beri Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin aşamalı olarak Türkiye ile bir savaş olasılığına göre konuşlandırıldığını belirtmiş; uygulanmak istenen planları daha çok siyasi nitelikte olarak görmüşlerdir. Bir çok gözlemci, Papandreu’nun,  Yunan dış politikasının öncelikleri arasında gördüğü Kıbrıs sorununa BM Genel Sekreteri’nin gözlemciliği altında, görüşmeler yoluyla çözüm bulunması çabalarının önemli ilerlemeler kaydettiği ve Yunan iç politikasında da yakın tarihli bir seçimin gündemde olduğu sırada, PASOK hükümetinin Türkiye’yi hedef aldığını açıklamaktan çekinmediği bir askeri doktrin değişikliğini gündeme getirmesini kuşku ile karşılamıştır.

Basındaki haberlerde, olayın içsel boyutlarına da değinilmiştir. “Papandreu tarafından açıklanan Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden konumlandırılması çoktan gerçekleştiği için, bu yeni doktrin aslında fazla bir şey değiştirmeyecek; Ada’nın bölünmesiyle sonuçlanan 1974 yılındaki Kıbrıs buhranından bu yana tüm Yunan birliklerinin yarısından fazlası gerçekten de ezeli düşman ve NATO ortağı Türkiye’yi göz önüne alarak konumlandırılmıştı. Papandreu’nun şimdi, diğer NATO ortakları için de dezavantajlı olacak şekilde Türkiye aleyhtarı telden çalması ve ulusçu hislere hitap etmesi iç politik durumla ilgili; 1985’te ülkede genel seçimler yapılıyor. NATO’dan ayrılmak, Ortak Pazar içinde özel statü elde etmek, ülkedeki ABD üslerini kapatmak gibi pek çok şey vaadeden ancak bu sözlerinin çok azını tutan sosyalist Papandreou, Türk tehlikesini abartmakta, dikkatleri başka alanlara kaydırmak için yeni düşman tabloları yaratmakta, halkına kendisi olmaksızın Yunanistan’ın düşmanlarının eline geçeceğini telkin etmektedir.”[12]

Yeni Savunma Doktrini tartışmaları yaşanırken, Yunan Silahlı Kuvvetleri’nde üst düzey 28 subayın emekliye ayrılması ve Papandreu’yu destekledikleri öne sürülen kıdemli bazı askerlerin rütbelerinin yükseltilmesi eleştirilere yol açmıştır.

1985 yılı ortalarında yapılan seçimlerde oy kaybına uğramasına karşın PASOK’un parlamento çoğunluğunu sağlayarak hükümeti kurmasıyla başlayan yeni süreç içerisinde, PASOK’un Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin nasıl bir yönelim izleyeceği merak konusu olmuştur.

PASOK hükümetinin bu döneminde daha önce uygulanmaya çalışılan ideolojik yaklaşımlardan pragmatik yaklaşıma doğru bir kayışın olduğu söylenebilir. Özellikle ABD, NATO, AET ile olan ilişkiler çerçevesinde Yunanistan’ın Türkiye ile ilişkilerindeki katı tutumdan vazgeçerek diyaloga ortam hazırlamasını gerektirmiştir. Uluslararası sistem çerçevesinde Türk-Yunan uyuşmazlığının giderilebilmesi için iki ülke arasında bir diyalog ortamının yaratılması gereğinin giderek daha fazla dile getirilmesi, Türkiye’nin uzun süreden beri Yunanistan’la karşılıklı bir diyalog arayışı içerisinde olması, Papandreu liderliğindeki PASOK’u güç durumda bırakmıştır. Üstelik Yunan iç politikasında da iki ülke arasındaki ilişkilerde bir diyalogun gereğinden söz edilmeye başlanmış; Türkiye ile diyalogdan kaçınan taraf olmamak için, Papandreu üzerinde eleştiriler yoğunlaşmıştır. Diğer yandan, Papandreu’nun Türkiye ile bir diyalog ortamı yaratabilmesi için daha önce izlemiş olduğu politikalarda geri adım sayılabilecek bir değişikliğe gitmesi gerekmiş; bu durumun Yunan iç politikasında PASOK’un inandırıcılığını zayıflatacağı düşünülmüştür. Sürekli ve aşikar Türk tehditinden söz ederek Yunanistan’ın ulusal egemenlik haklarını ve toprak bütünlüğünü ilgilendiren hiç bir konuda Türkiye ile görüşme masasına oturmayacağını açıklayan ve iki ülke arasında bir diyalog sürecinin başlatılması için de her şeyden önce, Türkiye’nin Kıbrıs’taki askerlerini geri çekmesi gerektiğini ve Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki hükümranlık haklarını tanıması gerektiği şartını ileri süren PASOK hükümeti, bir anda Türkiye ile bir diyalog içine girme durumuyla karşılaştığında bir ikilem yaşamıştır.

1987 yılında iki ülke arasında Ege Denizi kıta sahanlığı konusunda çıkan bunalım sonrasında ABD, NATO ve AET çerçevesinde yürütülen arabuluculuk çabaları iki ülke arasında bir diyalog kurulmasının yollarını açmıştır. Dolayısıyla, 1987 Mart bunalımı, iki ülke liderleri arasında başlatılacak olan DAVOS zirve görüşmelerinde ulusal kamuoylarının göstereceği tepkileri yumuşatma olanağı vermiş; iki  ülke arasında barış ve diyalogun kurulması konusunda ılımlı bir hava esmeye başlamıştır.

Bir başka açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan 1987 bunalımı, Yunanistan’da PASOK hükümetinin dış politikasında stratejik değişikliklerin ulusal kamuoyuna daha kolaylıkla kabul ettirilebilmesine olanak sağlamıştır. Gerek Türkiye ile bir diyalogun başlatılmasına ortam hazırlaması, gerekse ABD ile olan ilişkilerin yeni bir temele oturtularak Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması’nın imzalanmasını ve bu çerçevede; Yunanistan’daki ABD üslerinin kaldırılması isteklerini geçici olarak gündemden kaldırılmasını ulusal kamuoyuna daha kolaylıkla kabul ettirmek mümkün olmuştur.

Bununla birlikte, 1987 bunalımı, Yunan iç politikasında iktidar ile muhalefet partileri arasında suçlamaları kızıştırmıştır. YDP lideri Mitsotakis, Papandreu’yu Türkiye’ye ödün vermekle suçlamış; “Papandreu, söz konusu sondajları yasaklamakla, Türkiye’nin yayılmacılık siyasetini cesaretlendirmiştir,” demiştir. [13]

Buna karşılık; Hükümet Sözcüsü Y. Rombatis; Mitsotakis’e sert bir yanıt vermiş; “... Mitsotakis, Hükümetin son hareketiyle, Yunanistan’ın ulusal egemenlik haklarını koruduğunu ve bölgede bir savaşı ortadan kaldırdığını çok iyi bilmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen, başka karar merkezlerinin iddialarını benimsemekte ve Hükümeti ödün vermekle suçlamaktadır. Sayın Mitsotakis, Dışişleri Bakanlığı’nı da yalancılıkla suçlamaktadır... Mitsotakis’in sözleri, kendisinin yalan söylediğini, kendisinin gerginlik yaratmak isteyen olduğunu ve bu son gerilimde çıkarları zedelenen yabancı merkezlerin yararına çalıştığını göstermektedir... Bern Tutanağı uyarınca, biz karasularımız dışında petrol aramaya kalkıştığımızda, karşı taraf her zaman tepki göstermiştir. Biz burada Bern Tutanağı’nın başka bir dönemde ve görüşmelerin yapıldığı bir anda başka koşullarda imzalandığını savunarak, bunun geçersiz olduğu şeklindeki görüşlerimizi bir kez daha tekrarlıyoruz... Muhalefetin ulusal sorunlarımızı bu kadar sorumsuzlukla karşılaması ülkemiz için gerçekten çok tehlikelidir.” [14]

Diğer yandan; uluslararası basında yer alan yazılarda Papandreu’nun izlediği yaklaşımdaki asıl amacın iç politikaya yönelik olduğu dile getirilmiştir. “... Papandreou ne yapmak istiyordu?.. (Papandreou) etkin Yunan göçmen toplumu içinde ve solcularla beraber Türkiye aleyhtarı hisleri körüklemektedir. Partisinin belediye seçimlerinde uğradığı büyük yenilgiden sonra, dikkatleri, baş aşağı giden Yunan ekonomisinden ve en son olarak ortaya attığı Ortodoks Kilisesi arazilerinin istimlak edilmesi şeklindeki çirkin planından uzaklaştırmaya ihtiyacı vardır. ABD’de Türkiye’ye yapılan güvenlik yardımı oranının görüşüldüğü ve Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik imkanlarının resmen araştırıldığı bu aşamada ‘Türk tehditi’nden bahsetmek çok işine gelmektedir.” [15]

DAVOS süreci çerçevesinde; Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde başlayan yakınlaşma, Yunan iç politikasında PASOK hükümetine yönelik eleştirilere hız kazandırmıştır. Kısa bir süre öncesine kadar Türkiye ile diyalogu vatan hainliğiyle eş tutan Papandreu’nun böylesi bir ani dönüşle Türkiye ile diyalog sürecine girmesi, hükümete karşı kuşku doğurmuştur.

“... Başbakan Papandreou, uzun süren soğuk savaştan sonra, yeni Türkiye felsefesini ve barışçı rolünü, seçim kampanyası malzemesi yapabileceğine inanmıştı. Daha önceki konuşmalarında ve seçim kampanyalarında, Türkiye’ye karşı güvensizlik ve Türk saldırı korkusu tohumları ekmekle, şimdi uyguladığı yumuşama politikasına halkın gösterdiği reaksiyonu yanlış değerlendirmiş olduğu anlaşılıyor. Kamuoyu araştırmaları, Papandreou ve partisinin Davos’tan bu yana itibarını yitirdiğini gösteriyor. Türk-Yunan diyaloguna karşı çıkan aşırılar, halen Atina sokaklarında bildiri dağıtıyorlar. Bu bildirilerde, ‘Faşist Özal’ın Yunan topraklarına ayak basmaması’ isteniyor... Bu terör eylemlerinin ardında yalnızca küçük bir azınlık bulunuyor. Ama Yunanlıların yüzde 30’u Özal’ın beklenen ziyaretini bir provokasyon olarak görüyor. Papandreu’nun partisi içinde dahi bazı kişiler, ‘Davos ruhuna’ karşı çıkma cesaretini gösterebiliyorlar. PASOK Partisi’ne mensup milletvekilleri, Türkiye aleyhtarı gösterilere katılıyorlar. Yunanistan’ın Kıbrıs’daki Büyükelçisi, hükümet politikasını açıkça eleştirdi... Muhalefet de şimdi, Doğudaki komşuya duyulan yaygın güvensizlikten yararlanmaya çalışıyor. Moskova yanlısı komünistlerden, muhafazakar Yeni Demokrasi Partisi’ne kadar tüm partiler, gerginliğin giderilmesine karşı olanları kazanmaya çalışıyor. Davos öncesi ön şartsız olarak görüşmelerden yana çıkan muhafazakarlar, Türkiye ile diyalogda Kıbrıs ve kıta sahanlığı gibi anlaşmazlık konularının ele alınmasını talep ediyorlar.

...Yunan basını da milliyetçi karakterli Helenlerin beklentilerini abartmakla geri kalanının tamamlıyor... Halkın aşırı beklentilerini dikkate alan Papandreou, güç bir denge kurmak zorunda. Suçlamalar, teskin etmeler ve uyarılarla Helenleri yola getirmeye çalışıyor. Yeni politikasını demokratik kurumlarda sistemli bir biçimde önceden hazırlayamamış olmasının acısını çekiyor. Papandreou, eski politikası ile yeni politikası arasındaki derin uçurumu hala giderebilmiş değil. Geçmiş yıllarda yanlış politika izlediğini itiraf etmiş olmamak için, Türkiye ile Yunanistan’ın barış içinde yan yana yaşamaları yolunda etkili olmada ağırlığını her tür türlü rizikosu ile terazinin kefesine koymaktan çekiniyor. Atina’daki kötümserler, Papandreu’nun arkada bir açık kapı bırakması nedeniyle, sonunda eskiye dönme mecburiyetinde kalacağını ihtimal dışı bırakmıyorlar.”[16]

Diğer yandan, Özal’ın Atina’ya yapacağı ziyaret sırasında yapılacak görüşmelerin iki ülke arasındaki sorunlara somut çözümler getirmesinin henüz beklenmemesi gerektiği; yapılacak görüşmelerin iki ülke arasındaki diyalog sürecini güçlendirmek ve karşılıklı güvensizliği azaltmak amacına yönelik olduğu ileri sürülmüştür. Gerçekten de Özal, Atina’ya gelmeden önce yapmış olduğu açıklamada bu noktaya dikkatleri çekmiş; Yunanistan’ın bir seçim dönemi içerisine girecek olmasının Papandreu hükümetinin hareket alanını kısıtlayacağını belirtmiştir.

Basın ve kamuoyunun yanı sıra, muhalefet partilerinin yaklaşımları karşısında, Türkiye ve Yunanistan arasında DAVOS ile başlayan diyalog arayışları büyük ölçüde her iki ülke siyasi liderlerinin kişisel prestijlerine bağlı olarak yürütülmüştür. Özellikle Yunanistan açısından, ulusal kamuoyunun beklentilerinin aksine, Yunanistan’ın Türkiye ile bir diyalog süreci içerisine girmesi, hükümetin sert eleştirilerle uğraşmasına yol açmıştır. Ancak, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha fazla sertleşmesini bir ölçüde önleyebilmiş olması ve diyalog arayışlarına gidilebileceğini göstermesi bakımından DAVOS’la başlayan süreç olumlu bir işlev görmüştür.

1990’lı Yıllar

Buna karşın, 1989 seçimleri Türk-Yunan uyuşmazlıklarına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendiren kimi gelişmelere sahne olmuştur. Özellikle, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın yapılacak seçimlere bağımsız bir liste ile katılmaları ve seçim propagandaları sırasında Türk kimliklerini dile getirmeleri, Yunan kamuoyunda Türkiye karşıtı duyguları artırmıştır. Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının Türkiye tarafından kışkırtıldığı suçlamaları yapılmış; bu arada, seçim kampanyaları  sırasında siyasi partiler, Batı Trakya’nın bölgesel kalkınmasına öncelik verilmesi üzerinde durmuşlardır. Diğer yandan, hemen bütün siyasi partiler, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının etnik kimliğinin tanınması konusunda duyarlı davranmışlardır.

Bir başka açıdan, Türk-Yunan uyuşmazlığının Yunan dış politikası üzerinde yönlendirici etkisi göz önünde tutularak; PASOK’un ABD ve NATO karşıtı politikalarının, Yunanistan’ın ittifak ilişkilerine ve ulusal savunma politikasına olumsuz etkilerde bulunduğu dile getirilmiş ve özellikle Mitsotakis’in dile getiriş olduğu gibi; Yunanistan’ın, ABD ve NATO ilişkilerinin yeniden güçlendirilmesi gerektiği öne sürülmüştür. Yeni Demokrasi Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra ise, Mitsotakis hükümeti, bir yandan  Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların diyalog yoluyla çözümlenmesi gerektiğini açıklamış; diğer yandan da ABD ve NATO ile olan ilişkilerinin canlandırılmasına çalışılmıştır. Nitekim; kısa bir süre sonra Yunanistan ile ABD arasında imzalanan Savunma ve İşbirliği Anlaşması ile Yunanistan’daki Amerikan üslerinin statüsü yeniden belirlenmiştir. Bu anlaşmanın asıl önemli yönü ise, Türkiye ve Yunanistan arasındaki askeri/siyasi dengenin korunmasına ilişkin boyutudur. ABD’nin Yunanistan’a herhangi bir saldırı, savaş tehlikesi karşısında toprak bütünlüğü garantisi verip vermediği konusu Türkiye ve Yunanistan arasında tartışma konusu olmuştur. Diğer yandan, ABD ile imzalanan anlaşmanın Yunanistan’ı daha fazla bağımlı hale getirdiği suçlamalarına karşılık olarak; Mitsotakis, imzalanan anlaşmanın kendisinden önceki hükümetler tarafından, Papandreu hükümetince müzakere edildiği, kendileri iktidara geldiğinde imzaya hazır bulunduğunu açıklamış ve hükümete yöneltilen suçlamaları karşılamaya çalışmıştır.

Gerek ABD-Yunanistan arasında imzalanan Savunma ve İşbirliği Anlaşması, gerekse Yunanistan’ın bu anlaşma hükümlerinden yararlanarak Ege Denizindeki güç dengesini Türkiye karşısında korumaya çalışması çabaları bir süre sonra iki ülke arasındaki diyalogda dalgalanmalara yol açacak gelişmelere neden olmuştur. Anlaşmanın Yunan Parlamentosu’nda görüşülmesi sırasında, iktidar ve muhalefet partileri arasında yapılan tartışmalarda, anlaşmanın; Yunanistan’ın Türkiye’ye ilişkin politikalarında ne türden etkide bulunduğu ele alınmıştır. Dışişleri Bakanı A. Samaras konuya ilişkin olarak yapmış olduğu açıklamada; “...Savunma ve İşbirliği Anlaşması’nın giriş bölümünün son paragrafında yer alan ‘Yunanistan ve ABD hükümetleri, bu anlaşmanın iki ülke anayasalarına, kanunlarına, ortak savunma çıkarlarına, karşılıklı ulusal çıkarlarına ve egemenlik haklarına uygun olduğunu teyid etmektedirler’ ifadesinin Yunanistan’a sağladığı kazancı anlatırken, bu ifadenin Ege’deki Yunan karasularının 12 mile çıkarılabileceği hakkını da kapsadığını” iddia etmiştir. [17]

Ancak, söz konusu anlaşmada yer alan anlaşmanın ilgili tarafların üçüncü ülkelerle olan ilişlilerine zarar vermeyi amaçlamadığı; iki ülkenin barışı tehdit eden davranışlardan kaçınmalarını öngördüğü hükmüne karşın; Yunanistan’ın Ege Denizi’nde ulusal karasuları sınırını 12 mile genişletmesinin, Yunanistan’ın bir egemenlik hakkı olduğu ve bunun Türkiye’ye yönelik bir saldırı sayılamayacağı, Türkiye’nin buna itiraz etmeye hakkı bulunmadığı iddia edilmiştir.

Muhalefet ise, Ege’deki Yunan egemenlik haklarının sadece Türkiye tarafından değil aynı zamanda ABD tarafından da ihlal edilmekte olduğunu ileri ve bu durumun Yunan egemenlik haklarını şüpheli kıldığı görüşünü dile getirmiş; Türkiye’nin 12 millik uygulamayı savaş nedeni olarak kabul ettiğini açıklamış olması karşısında imzalanan anlaşmanın nasıl işleyeceği sorulmuştur.[18]

Türkiye’nin, Yunanistan ve ABD arasında imzalanan anlaşmaya göstermiş olduğu tepki, Yunanistan’ın, Ege Denizi’ndeki ulusal karasuları sınırını 12 mile genişletme isteğini, ABD’nin toprak bütünlüğü garantisi vermesi durumunda yeniden gündeme getirebileceği ve bu yönde bir karar alabileceği olasılığı üzerinde yoğunlaşmış ve Türk liderler; yaptıkları açıklamalarda, Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki Yunan ulusal karasuları sınırını 6 mil olarak kabul ettiğini, dolayısıyla, hava sahasının da 6 mil olduğu görüşünü dile getirmiş, savaş nedeni iddialarını tekrarlamışlardır.

Bu durum iki ülke arasındaki yakınlaşma ve diyalog çabalarını bozmuş ve gerginliği artmıştır. Mitsotakis, yapmış olduğu açıklamada Türkiye’yi kışkırtıcı bir politika izlemekle suçlamış; “Türk hükümetinin son zamanlarda soğukkanlılığını kaybetmesinden ve düşüncesiz tepki göstermesinden üzüntü  duyuyoruz. Yunan hava sahasının toplu bir şekilde bir kaç kez ihlal edilmesi, bunun sanki planlı yapıldığı izlenimini verdi.

Türkiye, son zamanlarda iç politikasında sorunlarla karşılaşıyor. Uluslararası ilişkileri, rahatsız ediciyse bunun nedenlerini izlediği hatalı politikada aramalıdır. Ülkemiz diyalog istiyor. Komşumuz Türkiye’nin Batıya açılmasına karşı çıkmadık ve çıkmıyoruz. Tam aksine bunu olumlu karşılıyor ve destekliyoruz.

Ancak, Türkiye’nin bugünkü dünyada Kıbrıs gibi yabancı bir ülkenin topraklarının bir bölümünü yabancı bir ordunun işgal etmeye devam edemeyeceğini bilmesi gerekir. diyalogun sürdürülebilmesi için Türkiye’nin sorumlu bir politika izlemesini temenni ve ümit ederim” demiştir.[19]

Türkiye ve Yunanistan arasında başlatılmaya çalışılan diyalog, Körfez bunalımı dolayısıyla ortaya çıkan gelişmelere bağlı olarak bir sonuç vermemiştir. 1990 Temmuz sonlarından itibaren Irak ve Kuveyt arasında ortaya çıkan gerginliğin uluslararası dikkatleri üzerine çekmesi, Irak’ın Kuveyt’i işgal ve ilhak etmesi, ardından, Türkiye’nin bölgedeki stratejik önemini tekrar gündeme getirmiştir. Türkiye’nin Batı/Avrupa ve ABD çıkarlarının korunması bakımından bölgede stratejik öneme sahip olması, Türk-Yunan diyalogunun gündemde olduğu bir sırada, Yunanistan’da Mitsotakis hükümetinin seçeneklerini kısıtlamıştır. Bir yandan iki ülke arasında bir diyalog ortamı söz konusu iken bu diyalogdan kaçınan taraf olmama durumu; diğer yandan da diyalogda inisiyatifi Türkiye’ye kaptırma endişesi, Mitsotakis hükümetine zor anlar yaşatmıştır.

ABD ve Yunanistan arasında Savunma ve İşbirliği Anlaşması’nın uzatılmasının üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen Yunanistan, Ege Denizi’ndeki askeri/siyasi güç dengesinin yeniden Türkiye lehine bozulmasından endişe duymuştur. Irak’a uygulanacak ambargo kararıyla olduğu kadar askeri müdahalenin bir olasılık olarak gündeme gelmesiyle de Türkiye’ye yapılacak ekonomik ve askeri yardımın artırılması konusu, Ege Denizi’nde Türk-Yunan güç dengesini bozacağı gerekçesiyle Yunanistan’ın tepkisini çekmiştir.[20]

Türkiye’nin uluslararası gündemde stratejik konumu nedeniyle büyük bir önem kazanmasının ardından Yunanistan’da Mitsotakis hükümeti, Türkiye’ye karşı izleyeceği politikada daha duyarlı davranmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin uluslararası önemini bir pazarlık unsuru olarak değerlendirip bunu Türk-Yunan uyuşmazlıklarının çözümünde bir baskı arayışına dönüştürebileceği kaygısı, Mitsotakis hükümetini Türkiye ile ilişkilerinde daha katı bir çizgiye itmiştir. Özellikle AET’e tam üyelik ve Türkiye’ye yapılan askeri ve ekonomik yardım konusunda bu durum daha  belirgin olarak ortaya çıkmıştır.[21]

Bütün bunların yanı sıra; Körfez bunalımı sırasında Türkiye’de özellikle T. Özal’ın kişisel etkinliği çerçevesinde yürütülen dış politika, bazı açılardan Yunanistan’da kaygı ile karşılanmıştır. Özellikle ulusal egemenlik hakları ve toprak bütünlüğü konusunda duyarlı davranan ve Türkiye’nin tehditi altında olduğu inancını taşıyan Yunanistan’da T. Özal’ın; Ortadoğu’da sınırların değişeceği ve Türkiye’nin aktif bir dış politika izleyerek bölgede denge ve lider rolünü üstleneceği yolunda yapmış olduğu açıklamalar, Türkiye’nin, giderek daha fazla yayılmacı bir çizgiye oturduğunun işareti olarak görülmüştür. Nitekim, bu sırada Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın Yunanistan’da baskı altında tutulduğu konusunda tartışmaların gündemde olması ve Türkiye’nin Yunanistan’a bu konuda suçlamalar yöneltmekte oluşu, bu konudaki kanıları pekiştirmiştir. [22]

Bu bağlamda, Türk-Yunan uyuşmazlığının her iki ülkede de iktidarlar için olduğu kadar muhalefet, basın, ordu, baskı grupları, kamuoyu için çözümlenmesi gereken bir sorun olmakla birlikte, adeta herkesin çıkarları için yararlanabileceği bir konu olmak eğilimindedir. İster zayıf ister güçlü sivil hükümetler açısından isterse cunta dönemlerinde olsun, Türk-Yunan ilişkileri konusunda ulusal kamuoylarının gösterdikleri duyarlılık, karar alıcılar için birbirinden farklı gerekçelere dayansa da amaçlarını gerçekleştirmede yararlandıkları önemli bir araç olmuştur.

Hükümet; iktidarının devamını sağlayabilmek ve seçmen desteğini koruyabilmek için Türk-Yunan uyuşmazlığında izlediği politikanın kendi ulusal çıkarlarını ne denli iyi koruduğunu göstermeye çalışırken karşı tarafı suçlamış; uzlaşmaz, tehdit kaynağı olarak göstermeye çalışmış; muhalefet partileri, iktidara gelebilmek için hükümetin Türk-Yunan ilişkilerinde ne denli başarısız olduğunu, bu arada da, karşı ülkenin ulusal çıkarlar, egemenlik hakları, toprak bütünlüğü açısından büyük bir tehdit kaynağı olduğunu göstermeye çalışmış; silahlı kuvvetler; iki ülke arasındaki bir savaş olasılığını gündemde tutarak ekonomide giderek daha fazla yük olmaya başlayan savunma harcamalarında kısıntıya gidilmesini önlemeye çalışmakta; basın, sansasyon ve tiraj kaygısıyla iki ülke arasındaki ilişkiler konusunda duyarlı olan kamuoyunun ilgisini pompalamakta. Dolayısıyla, iki ülke arasındaki uyuşmazlık, her iki ülkede de sorunlar karşısında kamuoyunu yatıştırıcı, birleştirici bir unsur olarak görülmektedir. Bu arada; gerginliğin sürdürülmesinin bedelinin nelere mal olduğunu gören ve uyuşmazlıkların bir an önce çözümlenmesi konusunda ısrarlı davranan kişiler her iki ülkede de var olmakla birlikte, bunların karar alma mekanizması üzerindeki etkinlikleri ne yazık ki, sınırlıdır.

PASOK Hükümeti ve Değişen Dış Politika Çizgisi

1990’ların ikinci yarısı Türk – Yunan ilişkilerinde pek çok yeni bunalımın yaşandığı bir dönem olmakla birlikte bu dönemde Türk – Yunan ilişkilerine Yunan siyasasının genel bakışını değiştirecek kimi olayların etki yaptığı görülmüştür. Bu değişimin gözlediği noktalardan birisi, Yunanistan’ın AB üyeliği çerçevesinde uyum sürecini istikrara kavuşturmak istemesidir.[23] Yunanistan’da hemen her iktidar değişikliğine rağmen sürdürülen temel çizgi Türkiye ile olan ilişkilerde yaşanan gerilim olmasına karşın özellikle 1999 bunalımı çerçevesinde iki ülke arasında yaşanan ılımlı diyalog çabalarında PASOK hükümetinin belirgin bir dış politika değişikliğine girmiş olduğu gözlenmiştir.[24] Özellikle Türkiye ile olan uyuşmazlıklarının bu ülkenin dış politika sürecini olumsuz etkilemeye başlaması ve izlenen politikaların somut bir çözüme ulaşmakta yetersiz kalmış olması PASOK hükümetinin politikasında değişikliğe gitmesine yol açmıştır.[25] Bu yeni yönelimde Türkiye ile olan uyuşmazlıkların esasına ilişkin boyutu ön plana çıkarılmadan iki ülke arasında diyalog sürecini hızlandırarak işbirliğini arttıracak girişimler ağırlıklı olarak uygulamaya konulmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda, gözlenen bir başka özellik ise, Türkiye ile sıfır toplamlı bir dış politika mücadelesi içerisinde olan Yunanistan’ın bu yeni süreçte bu politikasında değişikliğe gitmiş olması uzlaşma ağırlıklı bir politika izlemeye başlamasıdır. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik yönünde isteklerini dile getirmekte oluşu ve bu yönde AB ve Yunanistan tarafından uygulanan stratejinin Türkiye’yi Birlik dışındaki ilişkilerini güçlendirmeye yöneltmiş olması, Yunanistan’ın, Türkiye’ye ilişkin pazarlık sürecinde AB baskısını elinden kaçırmasına yol açabilecek bir girişim olarak algılanmış ve Helsinki Zirvesi sırasında Türkiye’ye tam üyelik / aday üyelik konusunda olumlu sinyaller verilmiştir.

Diğer yandan, Yunanistan’ın 1990 sonrası dönemde AB fonlarının da yardımı ile ekonomik alanda sergilemiş olduğu önemli ilerlemeler PASOK hükümetinin dış politikada Öcalan olayı ile düşmüş olduğu saygınlık kaybı ile gölgelenmiştir.[26] Türkiye ile kurulan ılımlı diyalog, bu bakımdan da Yunanistan ile Türkiye arasında yeni bir sürecin başlamasına katkıda bulunmakla kalmayacak, aynı zamanda, PASOK hükümetinin 9 Nisan 2000 seçimlerinden güçlenerek çıkmasına olanak verecek bir seçenek olarak değerlendirilmiştir. Bu seçimler sırasında Türk – Yunan ilişkileri bakımından en önemli değişiklik, iki ülke arasındaki uyuşmazlığın eskisinden farklı olarak, siyasi partiler arasında bir çekişme, propaganda konusu edilmemesi olmuştur. PASOK’un rakibi, YDP lideri K. Karamanlis de yapmış olduğu açıklamada, “Arzumuz, diyalog yoluyla komşu ülke ile ilişkilerimiz normalleştirmektir.. Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunmazsa Türk – Yunan ilişkilerinin normalleşmesi tam olarak gerçekleşemez” demiştir. [27] Gerçekten de bu tür bir politika değişikliği, Öcalan’ın yakalanması ve Yunanistan’ın PKK’ye desteğinin ortaya çıkmasının ardından da söz konusu olmuş; Mitsotakis, yaptığı konuşmada, “Yunanistan’ın son 20 yıldır terörle mücadelede başarısız olduğunu belirterek, ‘Bu başarısızlık Yunanistan’ın dış politikasını olumsuz etkiliyor. Öncelikle Türkiye ile işbirliği anlaşması imzalamamız gerekiyor. İşbirliğini reddetmek Türkiye’nin kuşkularını arttıracaktır. Halbuki, Yunanistan ne geçmişte ne de bugün terörü desteklemiştir,” diyerek hükümete bu konuda destek vermiştir.[28] Türkiye bakımından da iki ülke arasında başlatılan diyalog sürecinin kesintiye uğramadan sürdürülebilesi ve bu süreç içerisinde esas sorunların da ele alınabileceği bir ikili diplomatik görüşme yolunun açılabilmesi Yunanistan’daki seçimlere bağlı bir gelişme olarak algılanmış; bu seçimlerden PASOK’un başarı ile çıkması arzulanmıştır Kohen’e göre;“Kuşkusuz Atina’da ‘d

Ögelere bakın...

Türk Dış Politikası’nda Türk-Yunan İlişkileri ve İç Politika Kaygısı (0)

Türk Dış Politikası’nda Türk-Yunan İlişkileri ve İç Politika Kaygısı

Türkiye bakımından konuya bakıldığında, Kıbrıs ile bozulmaya başlayan Türk-Yunan uyuşmazlığının ulusal hükümetlere bir iç politika beklentisini gerçekleştirme olanağı vermesinin ilk örneklerine 1950’lerin ortalarına doğru rastlamaktayız.

1954 seçimlerine değin ülkenin hızlı bir demokratikleşme ve kalkınma hamlesi içerisine girdiği görüntüsü veren ve daha önceki tek parti/CHP hükümetlerinin yaratmış olduğu ekonomik kaynaklardan da yararlanarak, bazı alanlarda başarılı sonuçlar elde eden Demokrat Parti’nin, 1950’lerin ikinci yarısına doğru, giderek daha totaliter bir yönetim sergilemeye başlaması ve ekonomik sorunları çözmede yetersiz kaldığının ortaya çıkması, Demokrat Parti karşıtı muhalefetin güçlenmesine olanak verirken hükümetin saygınlığı da giderek azalmaya başlamıştır. Böylece, Demokrat Parti, parlamentodaki çoğunluğuna karşın hızla kamuoyu desteğini kaybetmeye başlamıştır.

1950’lerin ikinci yarısı başlarken, Kıbrıs konusunda kamuoyunun sergilediği duyarlılık ve Yunanistan’ın konuyu uluslararası platforma taşıma uğraşı, Demokrat Parti’ye kamuoyunda kaybettiği saygınlığı yeniden kazanma ve içeride muhalefet tarafından oluşturulan yoğun baskıdan kurtulma olanağı vermiştir. “Demokrat Parti yöneticileri içteki baskında kurtulmak umuduyla, sıkıntıya düşen her hükümetin artık klasikleşmiş bir tedbirine başvurmayı denediler. Sıkıntısını unutturmak için halkın dikkatini kendi dışındaki bir olaya çekmek gerekiyordu. Bu sırada çetrefilleşmeye başlayan Kıbrıs meselesi iktidara bu imkanı sağladı. Yoğun bir propaganda ile bütün dikkatler Kıbrıs’a çevrildi ve adanın istikbali, başlıca milli davamız haline getirildi. Fakat, acı bir tecelli ile, Kıbrıs iç politikayı unutturacağına, kısa zamanda ve aniden, başlıca iç meselemiz haline geldi.” [1]

Demokrat Parti’nin Kıbrıs konusuyla ilgilenmeye başlaması ve bunu bir ulusal dava olarak görmeye başlaması gerçekten ani olmuş ve tüm kamuoyunda genel bir kabul görmüştür. 1954-55 yıllarına değin Demokrat Parti hükümeti, Kıbrıs Türk toplumunun, adanın Yunanistan’a bağlanması tehlikesi karşısında sesini yükseltmesine ve bu duruma Türkiye’de kamuoyunun ve basının duyarlılık göstermesine rağmen sessizliğini korumuştur. 1950 Ocak ayında yaptığı bir açıklamada Dışişleri Bakanı N. Sadak; “Kıbrıs sorunu diye bir sorun yoktur. Bunu hayli zaman önce gazetecilere açıkça söylemiştim. Çünkü Kıbrıs, bugün, İngiltere’nin hakimiyeti ve idaresi altındadır ve İngiltere’nin Kıbrıs’ı başka bir devlete devretmek niyetinde veya eğilimde olmadığı hakkında kanaatimiz tamdır. Kıbrıs’da yapılan hareketler ne olursa olsun ve bunları yapanlar kim olursa olsun İngiltere Hükümeti Kıbrıs adasını başka bir devlete terk etmeyecektir. Bu böyle olunca, gençlerimiz boş yere heyecana kapılıyorlar, gereksiz yere yoruluyorlar” demiştir. [2]

1951 yılında da değişen bir şey yoktur; Demokrat Parti hükümetinin Dışişleri Bakanı F. Köprülü, Şubat 1951’de TBMM’de yapmış olduğu konuşmada; “Doğu Akdeniz statüsünde herhangi bir değişiklik söz konusu olduğunu veya olacağını sanmıyorum. Yalnız şunu açıkça söyleyebilirim ki kendisiyle en yakın dostluk ilişkileri kurmuş olduğumuz ve hakikaten dünyanın bugünkü durumunda demokrat milletleri tehdit eden savaş afeti karşısında Yunanistan’la Türkiye aşağı yukarı yazgı birliği etmiş durumdadır” demektedir.[3]

1954 yılına gelindiğinde ise, F. Köprülü, “Dost ve bağlaşık Yunanistan’ın devlet adamlarıyla yapılan görüşmelerde, Kıbrıs üzerinde herhangi bir görüş alışverişi yapılmış değildir. Bunun nedeni, Türkiye’nin Kıbrıs sorunu diye bir sorun var olmadığı görüşünde bulunması ve Kıbrıs halen İngiltere’ye ait olduğuna göre, bu ada hakkında Yunanistan’la konuşmalar yapılmasının uygun olmamasıdır. Günün birinde Kıbrıs’ın İngiltere ile görüşmeler konu olması durumunda, pek tabii, bu adada önemli bir Türk azınlığı bulunması, dolayısiyle bizim de söz sahibi olmamızı gerektirecektir. Kaldı ki biz adanın bugünkü statüsünde bir değişiklik yapılması gereğine inanmış değiliz” demiştir.[4]

Demokrat Parti’nin uzun süre Kıbrıs konusuna soğuk bakmasında, her şeye rağmen, Yunanistan’la olan ilişkilerini korumak isteğinin ağır bastığı görülmektedir. Resmi olmayan bir görüşmeye tanık olan N. Vergin’in anlattığına göre; F. Köprülü, Yunan Dışişleri Bakanı J. Politis’e; “Birden bire ortaya bir Kıbrıs sorunu çıkartmaktasınız. Sizden rica ediyoruz, bunu yapmayın. Mareşal Papagos Yunanistan tarihine şanlı bir komutan, büyük bir devlet adamı olarak geçecektir. Başındaki şeref tacına bir Kıbrıs incisini eklemeye ihtiyacı yoktur. Bu kendisine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Sizden Atatürk ve Venizelos’un büyük ızdıraplar, büyük çatışmalar bahasına, tarihi yenerek kurdukları Türk-Yunan dostluğu adına yalvarıyorum, vazgeçin, yoktan ortaya çıkan bir Kıbrıs sorunu çıkarmaktan. Çıkarırsanız bizi karşınızda bulacaksınız. Ve bütün Türkiye, tek bir vücut halinde, dimdik önünüze çıkacaktır. Bu, Türk-Yunan dostluğunun sonu olacaktır. Yapmayın bunu... Kıbrıs’da, nedenlerini bizim anlayamadığımız, yahut da anlamak istemediğimiz emellerinizi nasıl olsa gerçekleştiremeyeceksiniz. Türkiye bu izni size asla vermeyecektir. Türkiye buna engel olacaktır. İyi düşününüz. Biz bir gün heyecanınız yatışır ve daha akıllıca davranırsınız umut ve dileğiyle, bir süre sabredeceğiz. Resmi beyanlarımızda ‘Türkiye için Kıbrıs diye bir dava yoktur’ diyeceğiz. Fakat ister istemez bu sabrın da bir sonu olacaktır” diyerek, resmi olmayan yollardan, Türkiye’nin iki ülke arasında bir sorun yaratılmasından duymuş olduğu endişeleri belirtmiştir.[5]

Yunanistan’ın Kıbrıs konusunu BM Genel Kurulu’na götürmesi ve Genel Kurulun konuyu görüşmemeye karar vermesinin ardından, Türkiye’de siyasi iktidar, bu kararı Kıbrıs konusunun kapanması şeklinde yorumlamıştır. Aralık 1954’de A. Menderes yapmış olduğu açıklamada; “Bu sorun kapandığı için artık müttefikimiz Yunanistan’la dostluğun hatta gölgelenmemesine dikkat ve özen göstermek zamanı gelmiş bulunuyor” demiş ve iki ülke arasında ilişkilerin güçlendirilmesi konusunda samimi dileklerini açıklamıştır.[6]

Buna karşın, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki politikasında 1955 yılında önemli değişiklikler yaşanmaya başlamıştır. İç politikada önemli ekonomik  ve siyasi sorunların yaşandığı bir dönemde Kıbrıs konusunda Türkiye’nin izleyeceği taktik ve stratejiler ise, henüz belirlenmiş değildir. Gerek hükümet gerekse muhalefet partileri konuya ilişkin açık bir politikayı henüz oluşturamamıştır bu dönemde.

Demokrat Parti ise, böylesi bir belirsizlik içerisinde Kıbrıs konusunda ulusal kamuoyunun duyarlılığını dikkate alan, atak bir politika izlemeye başlayarak; muhalefet partileri karşısında bir üstünlük arayışına girmiş ve kamuoyunun desteğini kazanmaya çalışmıştır. Kıbrıs sorunuyla ilgili taraf ülkelerin belirlenmesi bakımından oldukça önemli bir toplantı niteliğindeki Londra Konferansı öncesinde Türkiye’de Demokrat Parti’nin sergilediği davranışlar, ilerleyen dönemde Türkiye’de Kıbrıs konusunda iktidar/muhalefet partileri arasında tartışmaların da başlangıcı olmuştur.

Bununla birlikte, bir yandan iç politikada karşılaşılan sorunlar diğer yandan da ulusal kamuoyu ve basında yer alan Kıbrıs Türklerine ilişkin yorum ve haberler, DP hükümetinin muhalefet karşısında tek başına üstünlük kazanmasını engellemiştir. DP hükümetinin Kıbrıs konusunda daha atak bir politika izlemeye başlaması, basın ve kamuoyunun isteklerine uygun olduğu gibi, muhalefet partileri de ulusa nitelik kazanmaya başlayan bir konuda hükümetten ayrı bir yaklaşım içerisinde olmadıklarını göstermeye çalışmışlardır.

Nitekim, Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik kitlesel katliamlar yapılacağı yolunda haberlerin basında yer alması karşısında muhalefet partisi  CHP lideri İnönü, yapmış olduğu açıklamada; “Kıbrıs davası üzerinde hükümetin beyanatı, bize ciddi bir vaziyet göstermektedir. Kıbrıs’daki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir... Kıbrıs’daki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için hükümetin alacağı bütün tedbirlerde beraberiz. Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bu günlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu dünyaya göstermemiz vazifemizdir” demiştir.[7]

O. Bölükbaşı da yapmış olduğu açıklamada; “Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike hakkında, hükümetimizin bütün gazetelerde okuduğumuz ve çoktan beri beklediğimiz enerjik beyanatını büyük bir memnuniyetle karşıladık... Bir kere daha belirtmek isterim ki, vatani ve milli mevzulardaki hassasiyetimizi iç politika ihtilafları asla külliyemez” demiştir.[8]

Demokrat Parti’nin Kıbrıs konusunda politika değiştirmesinin iç politikada iktidar/muhalefet ilişkilerine yansımasını M. Toker şu şekilde anlatmaktadır; “... Memleket bir baştan ötekine Kıbrısla meşgulken iç politika çekişmelerine devam etmek hiç iyi karşılanmayacaktı. Bunu düşünen İsmet Paşa ve Osman Bölükbaşı aynı gün birer demeç verdiler ve Kıbrıs işinin bütün Türk milletinin malı olduğunu, Londra Konferansı devam ederken iç politikanın havasının Kıbrıs’la dolu bulunması gerektiğini söylediler. Onlar bunu yaparken, iktidar, Kıbrıs konusunu muhalefete hücum için istismar etmenin planını tertipliyordu... Menderes Liman lokantasında bir yemekli basın toplantısı düzenledi... Toplantıya muhalif gazeteleri, örneğin Ulus’u çağırmadı. Ulus çağrılmadığı için de ertesi gün Menderes’in demecini yayımlamadı... Memleketin Kıbrıs havasıyla dolu bulunduğunu gören iktidar hemen bir kurnazlık düşündü. Muhalefeti bu konuya önem vermemekle suçlayacaktı. Suçlanacakların başında da İsmet Paşa geliyordu... Halbuki o gün İsmet Paşa... Kıbrıs konusunda milleti birlik manzarası göstermeye davet eden demecini hazırladı... Yalnız iki lider (İnönü ve Bölükbaşı), demeçleri daima iktidara uçurulduğundan, bunu basına ancak geç saatlerde verdiler. Durum belli olduğunda, iktidarın hazırlık yapmış olan bir takım gazeteleri mizanpajlarını değiştirdiler, İsmet Paşayı suçlayan yazılarını attılar, bunun yerine demeci koydular. Ama bir tanesi atladı: Zafer!

Ertesi gün Zafer barut fıçısı gibiydi. İşte İsmet Paşa suçüstü yakalanmıştı. Ortada Kıbrıs gibi bir sorun bulunduğu halde, ağzını açıp tek bir söz söylemiyordu... Yurtseverliği bu muydu? Ya Ulus?.. Muhalefet  organı, Başbakan Menderes’in Liman Lokantasındaki nutkundan tek bir satır yayımlamamıştı. Bu muhalefet vatana hıyanet değil de kim hıyanet halindeydi?.. Bunun üzerine ertesi gün Ulus, Zafer’e sert bir yanıt verdi ve asıl vatana hıyanet içinde bulunanın iktidar organı olduğunu söyledi. İki gazete arasındaki kalem dalaşması bir süre devam etti ve sadece o ikisinde Kıbrıs işi, bu yüzden ikinci plana itildi.” [9]

Diğer yandan M. Soysal’ın da belirtmiş olduğu gibi; “Kıbrıs anlaşmazlığını çözümlemek için hükümet tarafından denenen veya teklif olunan bütün tutumların, tenkit edilebilir taraflarına rağmen, hemen birer ‘milli dış politika tutumu’ haline gelmesinde muhalefetin de büyük payı vardır. Muhalefet, sınır dışındaki Türklerle ilgili bir meselede resmi dış politikadan farklı bir tutumla gözükmenin tehlikelerinden çekindiği içindir ki, ister istemez, her safhada hükümet politikasını desteklemek zorunda kalmıştır. İsmet İnönü, muhalefet önderi olarak 28 Ağustos 1954’te, ‘Kıbrıs statükosunda değişiklik yapılmasının kat’i surette aleyhindeyiz’ demektedir. Aynı muhalefet, 1958’de ‘taksim’ tezini benimsemiştir.”[10]

Bütün bunlara karşın, Demokrat Parti’nin Kıbrıs konusundaki kamuoyu ve basının ulusçu yaklaşımlarını dikkate alarak hükümetin saygınlığını artırmaya çalışması, hükümeti daha güç durumlara sürüklemiş ve Türk-Yunan ilişkilerinde sarsıntılara yol açmıştır. 6-7 Eylül olayları ve bu olaylar sırasında Demokrat Parti hükümetinin tutumu hükümete saygınlık kazandırmadığı gibi, kamuoyu, basın ve muhalefetin yoğun tepkisini çekmiştir.

Gerçekte Londra Konferansı’na katılacak temsilciler ile hükümet arasında bu konuda belirgin görüş ayrılıklarının olduğu anlaşılmaktadır. Dikerdem’in anılarında anlattığına göre; “İngiltere’den üçlü Konferansa çağrı gelince Kıbrıs Komisyonumuz çalışmalarını hızlandırdı... Biz de hazırlıklarımızı salt Kıbrıs üzerinde yoğunlaştırdık. Bir yandan da Kıbrıs Türk toplumu  ile sürekli bağlantı kurarak onların görüş ve isteklerini aydınlığa kavuşturduk. Türk kamuoyu artık Kıbrıs meselesini ulusal bir dava olarak benimsemişti. Yurdun her köşesinden, özellikle gençlik kurumlarından Ankara’ya telgraflar yağıyor, gösteri yürüyüşü yapmak, miting düzenlemek için başvurmalar, birbirini kovalıyordu. Fatin  Rüştü Zorlu meydan toplantısı isteklerinin hepsini geri çeviriyordu. Hayır, Kıbrıs için miting yapmanın sırası değildi... Hükümetin resmi görüşü iyice belirlenmeden meydanlarda toplanıp sorumsuz istekler ileri sürmek davaya fayda yerine zarar getirirdi... Sokaklarda çıkıp bağırmakla, aşırı isteklerde bulunmakla Londra’da savunacağımız tezin ciddiliğine gölge düşürebilirdik.

Ne var ki, Kıbrıs mitinglerini önlemek kolay olmuyordu. Halkoyu bir kısım basının yayınlarıyla coşturulmuştu. Üstelik, Yunanistan gibi eski bir düşmanı karşımızda görmenin kimi şoven çevrelerde yarattığı tepki hükümetin ılımlı hareket etmesini son derece zorlaştırıyordu. Bir takım tatlı su kahramanları ‘Ya Kıbrıs ya ölüm’, ‘Savaş isteriz’, ‘Yeşil Ada kızıl olamaz’ ... gibi ucuz sloganlar ortaya koyarak Kıbrıs işinin daha o günlerde kanlı olaylara gebe olduğunu gösteriyorlardı.

... Başbakan yemek sonrasında basına bir demeç vermiş ve demecin dozunu da fazla kaçırmış. Gazete manşetlerine çıkan beyanatında Menderes: ‘Yunanlılar Polatlı önlerinde ne arıyorlardı? Tarihden ders almadılar mı? Gerekirse, yine derslerini veririz’ diyor, ilk kıvılcımları görülmeye başlayan yangına körükle gidiyordu. Bu sözler o günkü heyecanlı havaya belki yaraşmıştı ama, Londra’ya gitmekte olan heyetimizin işini güçleştirmiş(di).”[11]

6-7 Eylül Olayları

Demokrat Parti hükümetinin dönemin koşullarını tam olarak kavrayamadığı açıktır. Nitekim, Londra Konferansı sürerken Türkiye’nin İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerinde özellikle Rum/Yunan azınlıklarına yöneltilen yağma ve şiddet hareketleri hükümeti şaşkınlığa sürüklemiştir. 6-7 Eylül olayları sırasında DP hükümetinin yaşadığı kargaşayı göstermesi bakımından Dikerdem’in anılarında anlattığı Zorlu ve Sarol arasındaki telefon görüşmesi ilginçtir; “... Devlet Bakanı Mükerrem Sarol, İstanbul’daki dehşet verici durumu anlattıktan sonra, hükümetin bir bildiri yayınlamaya hazırlandığını, bildiride İstanbul olaylarının tüm sorumluluğunun ‘kızıl ve kara kuvvetler’e yükletileceğini söyledi... Fatin Bey hemen itiraz etti: Suçu ‘kızıl ve kara kuvvetler’e yüklemek geri tepecek bir silah olurdu. Dünya kamuoyuna Türk hükümetinin kızıl ve kara kuvvetler karşısında aciz kaldığını mi ilan edecektik? Hem böyle bir açıklama ile hükümet sorumluluktan kurtulmuş mu olacaktı?”[12]

Özellikle Menderes hükümetinin olayların sorumlusu olarak “kızıl ve kara kuvvetler”i göstermeye çalışması ve muhalefetin yaklaşımının olaylara neden olduğunu iddia etmesi, bir anda konuyu iktidar/muhalefet tartışması haline getirmiştir. TBMM’de yapılan görüşmeler sırasında hükümet temsilcilerinin yapmış olduğu açıklamalar ilginç tartışmalara yol açmıştır. Başbakan Yardımcısı olarak yaptığı konuşmada F. Köprülü; “... önce olayların sorumluluğunu muhalefete yüklemeyi denedi, fakat Meclis buna iltifat etmedi... Bunun üzerine Köprülü meşhur açıklamasını yaptı: Hükümet olaylardan  haberdardı!.. Evet, hükümet olaylardan, saldırılardan haberdardı, fakat zamanını öğrenememişti. Ondan dolayı da İstanbul ve İzmir, aniden parlayan yangınla yıkılıp yakılmıştı.”[13]

Hükümetin çelişkili tutumu ve Kıbrıs konusunda belli bir programa sahip olmadan kamuoyunun duyarlılığını hükümetin saygınlığını artırma olanağı olarak görüp kışkırtması karşısında muhalefet, hükümete sert eleştiriler yöneltmiştir. CHP lideri İsmet İnönü, TBMM’de 15 Aralık 1955’de yapmış olduğu konuşmada hükümeti maceracılıkla suçlamıştır; “... açıkça söylüyorum. 24 Ağustos’da Yunanistan’la harbeder gibi konuşursun, çalımından geçilmez. 15 Eylül’de Yunanistan’ın aleyhinde kim konuşursa dilini keserim, dersin, ondan sonra da İzmir’de o elemli hadiseyi yaparsın, işte bu sergüzeşttir... Bugün isabet edersin, yarın işte 6 Eylül hadisesi olur, ondan sonra ne yapacağını bilemezsin. Buna sergüzeşt derler.”[14]

“6/7 Eylül vukuatı daha akşam 19’da yağma ve tahrip edici karakterini meydana çıkarmış idi. Devlet reisi ve başvekilin, 6 Eylül akşamı İstanbul’dan ayrıldıkları vakit, vukuattan ilk haberleri almamış oldukları farzedilmez. Demek Haydarpaşadan ayrıldıkları zaman hadiseler ölçü içinde idi. Ancak Sapancaya vardıkları zaman ölçülerin kaçırılmış olduğuna hükmedilmiştir... Hülasa büyük facia ve hükümetin bütün suçu, en hafif tabir ile şudur: Vatandaş ve yabancı İstanbul ve İzmir sakinlerinin emniyeti korunmamıştır. İşte vukuat ile bu yakın mesuliyet ilişiği  olan ve hatta ağır suçlusu olması muhtemel bulunan Bay Adnan Menderes’in tahkikata amir ve hakim bulunması, kati olarak anormal, tehlikeli derecede yanlış bir yoldur... 6/7 Eylül vukuatından vahim surette mesul olan Adnan Menderes’in hükümetin başından ayrılması lazımdır.”[15]

Demokrat Parti hükümetinin Kıbrıs konusundaki politikasında ani değişikliğe giderek kamuoyunun duyarlılığını dikkate alması, hatta bu duyarlılığı daha da kamçılaması sonucunda, elde etmek istediklerinin tersi sonuçlar ortaya çıkmıştır. Türk ulusal kamuoyunun Demokrat Parti hükümetine olan destek ve güvenini artıracağı düşüncesiyle davranmak, sonuçta, hükümetin saygınlığını daha da kaybetmesine yol açmış ve basının, kamuoyunun ve özellikle muhalefetin hükümete sert eleştiriler yönlendirmesine olanak vermiştir.

Diğer yandan, 6/7 Eylül olayları sırasındaki tutumuyla hükümetin sergilemiş olduğu tutarsızlık, sonuçta, kamuoyu önünde ulusal dava olarak görülen bir konuda hükümet ile muhalefetin   -başlangıçta yöntem olarak- görüş ayrılıkları içerisinde olduğunun ilk işaretlerini de vermiştir. Nitekim, 16 Aralık 1955 tarihinde TBMM’de yapmış olduğu konuşmada hükümet ile muhalefet arasındaki dış politikaya ilişkin yaklaşım farklılıklarına değinen İnönü; “... Biz hükümetin metotları ile beraber değiliz. Dış politikada prensipler kadar metotlerin de ehemmiyeti vardır. 24 Ağustos’da Yunanistan’a hemen hemen harb ilanı ağzının kullanılması onbeş gün sonra dostumuz ve müttefiğimize karşı söz söyleyecek vatandaşın cehennem ile tehdit edilmesi ve 24 Ekim’de İzmir’de görülmemiş tarziye merasimine mahkum olmak... Bay Adnan Menderes’in sakat siyasetinin belirtileridir. Bela çıkarmaya hevesli görünen müttefikten sonunda dostlar da beladan kaçar gibi sakınırlar.

... Dış politikada metotlarını endişe ile izlediğimiz Hükümetin Büyük Millet Meclisi tarafından yetki sınırları içinde tutulmasına kati olarak lüzum vardır.

Hükümet dış meselelerimizde umumi efkarın ve gazetelerin aydınlatılmasından ve yardımlarından istifade etmiyor. Hele Büyük Millet Meclisinin bilmesinde ve desteklemesindeki büyük kuvveti hiç takdir etmiyor. Yakıştırıp her şeyi altüst edilmesini, ya susup ve(ya) susturup kendi aklı içinde çabalamayı ihtiyar ediyor. Bunlar sakat gidişlerdir.”[16]

Buna karşın, özellikle seçimlerin gündemde olduğu 1957 yılı ortalarından itibaren DP yöneticileri, muhalefet partilerini Kıbrıs konusunda hükümetin yaklaşımlarını desteklemediklerinden dolayı suçlamaya başlamışlardır. Örneğin; Cumhurbaşkanı C. Bayar, İnönü ve CHP’ye yönelik eleştirilerinde İkini Dünya Savaşı sonrasında burnumuzun dibindeki Oniki Adaların Yunanistan’a verilmesinde zamanın hükümetinin sessiz kaldığını ileri sürerek, eğer DP iktidarda olmasaydı Kıbrıs da sessiz sedasız elden kaçırılacaktı, demiştir.[17]

1960 Sonrası Dönem

1960 sonrası dönemde ise, iktidar/muhalefet partileri arasındaki ilişkilerde dış politikada genel bir birlikteliğin sürdürülmek istenmesi ve bu yöndeki çabaların genelde bütün siyasal partilerin desteğini toplaması ile Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler ve bu arada Kıbrıs konusu, iç politika tartışmalarında gündemde yer almamıştır. Buna karşın, 1960 sonrası dönemde Türkiye’nin siyasal yapılaşmasında meydana gelen değişiklikler, 27 Mayıs İhtilali’nin yol açtığı iç politika tartışmaları ve sivil iktidar/ordu arası tartışmalar, siyasal iktidarın oluşum şekli, ekonomik güçlükler iç politikada gündemi belirlemiştir. Bununla birlikte, ilerleyen dönemlerde 1961 Anayasası’nın getirmiş olduğu özgürlük ortamı içerisinde genel dış politika konularının kamuoyu ve basın önünde tartışılması söz konusu olmuştur.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve Kıbrıs sorununun bir iç politika konusu olarak gündem gelmesi ise, bu dönemde siyasi iktidarın yapılanışına bağlı olarak değerlendirilebilir. 1965 seçimlerine kadar iktidarın sivilleştirilmesi çabalarında hükümetlerin koalisyonlar şeklinde oluşması ve hassas bir denge üzerine kurulmuş olması, genel dış politika açısından olduğu kadar Kıbrıs sorunu üzerinde izlenecek politikalar konusunda da hükümetin hareket serbestisini kısıtlayıcı bir etki yaratmıştır. Bu bağlamda, koalisyon hükümetlerinin 1963/64 Kıbrıs olaylarına ilişkin politikasının muhalefet tarafından eleştirilmesinin belirgin ölçüde iç politika amaçlı olduğu söylenebilir. Özellikle Demokrat Parti’nin devamı olduğunu sıklıkla vurgulayan Adalet Partisi, CHP’nin kurmuş olduğu koalisyon hükümetlerine yönelik olarak suçlayan bir yaklaşım sergilemiştir.

Buna karşın, bu döneme damgasını vuran ve ordu/sivil yönetim ve kamuoyu arasında sarsılan güvenin yeniden kurulmasına, Türkiye’de demokrasinin bütün kurum ve değerleriyle yerleşmesi bakımından önem veren İnönü,  Kıbrıs konusunda ortaya çıkan ve Türk-Yunan ilişkilerini de sarsan olaylar sırasında anlaşmazlığı bir iç politika konusu haline getirmekten özenle kaçınmıştır. Bu konuda izlenecek politikaların belirlenmesinde TBMM’nin desteğini almaya çalışmıştır. İç politika tartışmalarının yoğun olarak yaşandığı ve siyasi duyarlılığın arttığı bir dönemde, Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik  şiddet hareketlerinin başlatılmasıyla birlikte, Kıbrıs konusu yeniden Türk kamuoyunun gündeminde yer almaya başlamıştır. Bu durum, muhalefete İnönü’nün yıpratılarak iktidardan uzaklaştırılması için kaçırılmaz bir fırsat yaratmış, bu kez muhalefet Kıbrıs konusunu hükümete yönelik eleştirilerinde kullanmaya başlamıştır.

1963/64 olayları sırasında Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmasının gereği üzerinde yapılan tartışmalar giderek İnönü’nün liderliğindeki koalisyon hükümetlerine yönelik suçlamalara dönüşmüştür. Suçlamaların yoğunlaştığı nokta ise, İnönü liderliğindeki koalisyon hükümetinin Zürih ve Londra Antlaşmalarının Türkiye’ye vermiş olduğu müdahalede bulunma hakkını kullanmada “anlaşılmaz” bir çekingenlik sergilemekte olduğu, dolayısıyla adadaki Türk toplumunun çıkarlarının korunmasında kararlı davranmadığı noktalarında toplanmıştır.

Dış politika açısından Türkiye’nin gündeminin Kıbrıs konusundaki gelişmelerle yüklü olduğu bu dönemde iç politikada partiler arasında iktidar mücadelesinin yapılmakta oluşu ve kurulan koalisyonların kolaylıkla dağılabilmesi hükümetin köklü çözüm önerileri getirebilmesini güçleştirmiştir. Bu bakımdan ilginç olan, partiler arası mücadelelerde Kıbrıs konusunun ele alış tarzıdır. 1963/64 olaylarının Türk kamuoyunda yaratmış olduğu tepki çerçevesinde hükümete yöneltilen eleştiriler, dış politikanın bu özel sorunu ile yakından ilintili olmuştur. İnönü liderliğindeki CHP-CKMP-YTP koalisyon hükümetinin, Başbakan İnönü’nün, Kennedy’in cenaze töreni nedeniyle ABD’de olduğu bir sırada koalisyon ortaklarının hükümetten çekilmeleriyle gündeme gelen siyasal bunalım döneminde, partilerin iktidar olabilme mücadelesi söz konusu iken, aynı zamanda Kıbrıs’ta Türk toplumunun yaşamsal çıkarlarını tehlikeye düşüren gelişmeler de yaşanmıştır. Böylesine bir ortam içerisinde, dış politikada karşılaşılan güçlüklerin aşılması bakımından istikrarlı bir hükümetin iktidarda bulunması konusunda genel bir kanının hakim olmasına karşın ve Kıbrıs’ta Türk toplumuna yöneltilen saldırılar karşısında Türkiye’nin adaya müdahalede bulunması konusu gündemde iken, iç politikada, hükümeti kurma konusunda çıkan bunalım belirgin bir tedirginlik yaratmıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkilemesi bakımından ele alındığında Kıbrıs konusunda ortaya çıkan gelişmelerin bir bakıma iç politikada hükümete istikrarsızlığı giderme olanağı verdiği söylenebilir. Oysa, bu bunalım sırasında izlediği tutumla İnönü, ülkenin yaşamakta olduğu istikrarsızlığın dış politikada hükümetin dengeli ve tutarlı bir yaklaşım sergilemesini ve inandırıcılığını büyük ölçüde olumsuz etkilediğini görmekle birlikte istikrarsızlığı gidermeye yarar bir unsur olarak ortaya çıkan gerginlikten yararlanmak yoluna gitmemiştir. Aksine; 1964 yılı başlarında Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik saldırılar gündemde iken, İnönü’nün başbakanlığında kurulacak olan CHP-Bağımsızlar koalisyon hükümetine AP güvenoyu vermemiştir. Buna karşın, Mart ayında Kıbrıs’ta yeniden Türk toplumuna saldırıların başlaması üzerine gündeme gelen Türkiye’nin askeri müdahalede bulunması konusu TBMM’de görüşülürken Meclis, hükümete 4 çekimser oya karşılık 487 lehte oyla Türk Silahlı Kuvvetlerini Kıbrıs’a gönderme yetkisi vermiştir.

Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmasının ABD tarafından “Jhonson Mektubu” ile önlenmesinin ardından hükümetin yaklaşımı yeniden tartışma konusu olmuş ve 15-17 Haziran’da toplanan TBMM, İnönü’nün ABD seyahati öncesinde istemiş olduğu güven oylamasında, hükümet 194 aleyhte oya karşılık 200 lehte oy alabilmiştir. Böylesi az bir farkla güvenoyu alan hükümetin istikrarlı bir yaklaşım sergilemesi ve Kıbrıs’ta izleyeceği politikalar için Meclis desteğine güvenebilmesi güçleşmiştir.

Diğer yandan, hükümetin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunma konusunda yeterince kararlı davranmadığı görüşü kamuoyunda muhalefetin propagandasına konu olmuş ve bu durum hükümeti daha da zayıflatmıştır. Jhonson Mektubu’nun kamuoyuna açıklanmasından sonra CHP-Bağımsızlar hükümetine ve İnönü’ye yöneltilen suçlamaların abartılı olduğu anlaşılabilmiştir. Kamuoyu ve muhalefetin Kıbrıs olayları karşısında anlaşmalardan kaynaklanan yetkilerini kullanarak askeri müdahalede bulunması gerektiği konusunda yoğun baskıda bulunmalarına karşılık, İnönü’nün, kendisine ve hükümete büyük saygınlık kazandıracak olan böylesi bir kararı almakta dikkatli olmaya iten asıl neden İnönü’nün ülkenin saygınlığını hükümetin saygınlığının üstünde görmesindendir.

Gerçekten de, askeri müdahalede bulunmadığı ve yalnızca savaş uçaklarını göndererek sınırlı hedefleri bombalamakla yetindiği için haklılık kazandıracak siyasi ve hukuki gerekçelere sahip olmasına karşın yapılacak askeri müdahalenin Türkiye’nin saygınlığına gölge düşürmeyecek bir kesin başarı sağlaması gerektiği görüşünden hareket etmiştir. Nitekim, Türkiye’nin askeri müdahale için gerekli olan teknik olanaklardan yoksun olduğunun anlaşılmasından sonradır ki, gerek İnönü hükümeti gerekse daha sonra iktidara gelen AP hükümeti, Türkiye’nin olası bir gerginlik durumunda Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunması için gereken hazırlıklara girişmişlerdir.

Bu arada, belirtilmesi gereken bir başka nokta ise, 1964 olayları ve özellikle Jhonson Mektubunun Türk kamuoyunda gündeme gelmesi ile ortaya çıkan yeni çözümlemeler olmuştur. Yaygın kanıya göre, Türkiye’nin kendini haklı gördüğü bir konuda müttefiki olan bir ülkeden böylesine sert bir tepki almış olması, Türk dış politikasının yeni bir çizgiye oturtulmasına yol açmıştır. Giderek, Türk siyasal sisteminde hakim özgürlük havası içerisinde gerek aydın kesimin gerekse kamuoyunun duyarlı kesimlerinin iç politika sorunlarına karşı göstermiş olduğu ilgi dış  politika alanına da yansımış, DP döneminde özellikle ABD ile yapılmış olan ikili anlaşmalarla Türkiye’nin ulusal bağımsızlığından ödün vermiş olduğu, ABD ve NATO’ya daha fazla bağımlı hale geldiği, Türkiye’nin dış politikasını yeni bir çizgiye oturması gerektiği sıklıkla dile getirilmiştir. [18]

AP’nin 1965 seçimleriyle iktidara gelmesi sonrasında karşılaşmış olduğu en önemli sorunların başında , Türk dış politikasında yeni bir kişilik kazanma çabası yer almıştır. Nitekim, bir yandan ABD ile yapılan ikili anlaşmaların getirmiş olduğu olumsuz etkilerden, kısıtlamalardan kurtulmak yolunda ciddi adımlar atılırken, diğer yandan da Türk dış politikası tek yönlülükten kurtulma çabasına girişmiş, SSCB ile ve üçüncü dünya ülkeleri ile yeniden ilişkiler güçlendirmeye çalışılmıştır.

AP hükümetinin iç politikada ekonomik ve siyasi açıdan bunalımları aşmak için çaba göstermiş olduğu bir dönemde Türk dış politikasında da yeni bir kişilik arayışının söz konusu olması, Kıbrıs konusunun genel dış politika sorunları üzerinde belirleyici rol oynamasından etkilenmiştir. Öylesine ki, AP hükümeti, Kıbrıs konusunu bir an önce çözümlemek için yoğun bir çaba göstererek genel Türk dış politikasını bu sorunun etkisinden kurtarma çabasına girişmiştir. Ayrıca, ülkeyi bunaltan ekonomik sorunların yoğun olarak hükümeti uğraştırmakta olduğu bir ortamda Kıbrıs gibi bir sorunun Türk dış politikası üzerinde yaratmış olduğu baskı, hükümete oldukça ağır bir sorumluluk yüklemiştir.

Bu bağlamda, Demirel liderliğindeki AP hükümetinin Kıbrıs konusunu ve Türk-Yunan ilişkilerini gündemde tutarak iç politikada istikrarsızlığı giderme çabası içerisine girdiğini söylemek güçtür. Nitekim, Demirel Kıbrıs sorununun genel Türk dış politikası üzerindeki olumsuz etkilerini görerek bir yandan bu yapıyı kırmaya çalışmış diğer yandan da doğrudan Kıbrıs konusunda gerginliği gündemde tutacak sertlik yanlısı bir politika izlemekten uzak durmuştur. Kıbrıs konusundaki girişimler ise, daha çok diplomatik faaliyetler şeklinde yürütülmüş, Türkiye’nin özellikle BM çerçevesinde Kıbrıs’a ilişkin politikalarını desteklemesi için bağlantısız ülkeler üzerinde yoğun bir diplomatik propaganda yürütülmüş; Türkiye’nin bu ülkelerde yer eden olumsuz imajı dağıtılmaya çalışılmıştır.

Diğer yandan AP hükümeti, 21 Nisan 1967’de Yunanistan’da iktidarı ele geçiren askeri cuntanın başbakanı Kollias ile Keşan ve Dedeağaç’da 9-10 Eylül tarihlerinde bir araya gelerek, iki ülke arasındaki en önemli sorun olan Kıbrıs konusunu  görüşmek istemiş, ancak, görüşmeler sırasında Yunan tarafının görüşmelerdeki asıl amacının Enosis’i görüşmeler yoluyla sağlamak olduğu anlaşılınca Türk tarafı görüşmelerin devamından bir yarar görmediğini açıklamıştır.

1967 Kasım ayında Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik sert önlemlerin yeniden gündeme gelmesi ve Yunanistan’daki cuntanın olaylardaki sorumluluğu, Türkiye’nin yeniden adaya askeri müdahalede bulunmasını gündeme getirmiştir. Nitekim, 16 Kasım’da toplanan TBMM’de Kıbrıs konusundaki son gelişmeler ve Türkiye’nin müdahalesi karşısında bir Türk-Yunan savaşı riski tartışılmış ve yapılan oylamada 435 üyenin 432’sinin oyu ile hükümete Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi yetkisi tanınmıştır. Kıbrıs konusunda bu gelişmeler yaşanırken iç politikada Demirel ve ABD karşıtı bir kamuoyunun varlığı söz konusudur.

Bununla birlikte, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunma kararı ABD, BM ve NATO çerçevesinde yürütülen arabuluculuk çabaları ve Yunanistan’daki cuntanın, Türkiye’nin ileri sürmüş olduğu koşulları yerine getirmesi üzerine diplomatik yöntemlerle gerginliğin giderilmesi çabalarına dönüşmüştür. Bu durum AP hükümetine dış politikada başarılı bir sonuç elde etme olanağı vermiş olmasına karşın, özellikle fanatik ulusçular açısından hükümete yönelik sert eleştiriler doğurabilmiştir. Kıbrıs sorununun kesin olarak çözümlenmesini Türkiye’nin adaya askeri müdahalede bulunması ve hatta, daha ileri giderek, adayı işgal ve ilhak etmesine bağlayan bu çevreler hükümete karşı hoşnutsuzluklarını dile getirmişlerdir.

Genellikle Türkiye’de siyasal iktidarların Kıbrıs konusunda anlaşmalardan kaynaklanan sorumluluk ve haklarını kullanarak Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmak konusunda göstermiş olduğu çekimserlik ve sorunların diplomatik kanallardan çözümlenmesi konusunda göstermiş olduğu duyarlılık kamuoyunda ani hayal kırıklıklarının yaşanmasına yol açmış ve hemen her seferinde Türkiye’nin askeri müdahalede bulunması tartışıldığında hükümetin aldığı karardan geri döneceği ya da bunun üçüncü ülkeler tarafından önleneceği kanısı yerleşmiştir.

1974 ve Sonrası Dönem

1963-64 ve 1967 bunalımları sırasında olduğu gibi 1974 bunalımı sırasında da kamuoyu  kadar belki de daha fazla Silahlı Kuvvetler, Türkiye’nin askeri müdahalede bulunma kararlılığını kuşku ile karşılamış ve hükümetin askeri müdahale kararından her an geri dönebileceği kuşkusunu taşımıştır.[19]

1967 bunalımı sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve bu arada da Kıbrıs konusundaki uzlaşmazlığın toplumlar arası görüşmelerde ele alınması söz konusu olmuş ve göreli bir durgunluk yaşanmaya başlanmıştır. Bu durgunluk, gerek Yunanistan’daki askeri cuntanın Yunan kamuoyu ve Kıbrıs Rum toplumunda giderek daha fazla saygınlığını kaybetmesi ve tepki ile karşılanmasına koşut olarak, uluslararası kamuoyunda da eleştirilmeye başlanması ve hem Yunanistan hem de Kıbrıs Rumlarının Enosis yönündeki çabalarının başarıya ulaşmasında en önemli engelin Türkiye olduğunun anlaşılmış olmasındandır. Gerek Türkiye’nin Kıbrıs’ta sınırlı kalmayacak bir savaş riskini ciddi olarak göze alabildiğinin anlaşılmış olması gerekse, Kıbrıs Rum yönetiminin Yunanistan’ın desteği olmadan Enosis yönünde bir girişimi başarı ile sonuçlandırmasının olanaksız olduğunun anlaşılması, Makarios’u Yunanistan’dan daha bağımsız bir politika izlemeye yöneltmiştir. Dolayısıyla, Kıbrıs’da Türk toplumuna yönelik davranışlarda daha ılımlı bir yaklaşım görülmeye başlanmış, Makarios yönetimi, Türkiye’nin sert tepkisine ve askeri müdahalede bulunmasına olanak tanıyacak girişimlerden kaçınmayı tercih etmiştir.

Bu durum, Türkiye’nin 1974 yılına kadar Kıbrıs’a ilişkin politikasını daha çok diplomatik alanda yürütmesine olanak sağlarken, iç politikada hükümete ekonomik ve siyasi sorunları çözümlemek için gereken serbestiyi sağlamıştır. Özellikle ideolojik sağ ve sol görüşler arasındaki karşıtlığın yoğunluk kazandığı, hükümetin ekonomik açıdan izlediği politikaların yol açmış olduğu istikrarsızlığın eleştirildiği bir ortamda dış politika bakımından da hükümete sert eleştiriler yöneltilmeye başlamıştır. NATO ve ABD ile olan ilişkiler ve Türkiye’nin bağımsız bir politika izlemekte kararlılık göstermediği, suçlamalar arasında sıklıkla vurgulanmış, hükümetin bağımsız, kararlı, tutarlı, çok yönlü bir dış politika izlemesi gerektiği ileri sürülmüştür. Bunun için de, her şeyden önce, hükümetin, ülkeyi ekonomik açıdan dışa bağımlılıktan kurtarmasını sağlayacak yapılanmayı gerçekleştirmede kararlılık göstermesi gerektiği ileri sürülmüştür.

1974 Kıbrıs olayları ise, Türkiye’de iç ve dış politikada yeni bir sürecin başlangıcını oluşturmuştur. Yunan askeri cuntasının düzenlemiş olduğu Makarios karşıtı darbe sonrasında, adadaki Türk toplumunun hak ve çıkarlarının, yaşamlarının doğrudan tehlike altına girmesi ve Enosis’in fiilen gündeme gelmiş olması karşısında Türkiye’nin, antlaşmalardan kaynaklanan haklarını kullanarak adaya askeri müdahalede bulunma kararını almasında hükümet ve muhalefet partileri, görüş birlikteliği içerisinde olmuşlardır.

Ancak, gerçekte bu görüş birliği yüzeysel ve ulusal kamuoyunun dış tehlikeler karşısında görmek istediği bir zoraki birliktelik şeklinde gelişmiştir. Gerek hükümeti oluşturan koalisyon ortağı CHP ve MSP arasındaki ilişkiler bakımından,  gerekse muhalefet partileriyle olan ilişkiler bakımından sürekli bir çekişme yaşanmıştır bu dönemde. Kıbrıs konusundaki gelişmeler iç politikadaki tartışmaları bir süre için önlemekle beraber, gelişmelerin askeri alandan diplomatik alana kaymasıyla birlikte, hükümet ve muhalefet partileri arasındaki çekişmeler yeniden gündeme gelmiştir.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye’de siyasi iktidara oldukça büyük bir saygınlık kazandırmıştır. Gerek muhalefet partileri ve gerekse kamuoyu, basın Ecevit’in şahsında somutlaşan CHP-MSP koalisyon hükümetinin göstermiş olduğu başarıyı büyük bir coşku ile karşılamıştır. Ancak, Kıbrıs konusundaki gelişmelerin diplomatik alana kaymasından sonra kamuoyunun ilgi odağı yeniden iç politika konularına yönelmiştir. Özellikle siyasi açıdan, iktidarı oluşturan CHP ve MSP arasındaki görüş ayrılıklarının giderek daha fazla gündeme geldiği görülmüştür.

Askeri girişimlerin yerini diplomasiye bırakması ve konunun bu aşamasında da CHP-MSP koalisyon hükümetinin tutarlı ve kararlı bir yaklaşım sergilemesi, ulusal/uluslararası ortamda özellikle Ecevit’in kişiliğinde somutlaşan bir popülarite/saygınlık yaratmıştır. Bu arada, koalisyon ortakları arasında görüş ayrılıklarının hükümet görevlerini aksatacak bir nitelik kazanması, ayrılığın kaçınılmaz olduğunun görülmesi ile birlikte, yeni bir hükümetin kurulması arayışları ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki siyasi partilerin Meclis aritmetiği içerisindeki dağılımının tek partiye dayalı bir hükümetin kurulmasına olanak vermemesi, sonunda, azınlık hükümetleri, koalisyon arayışları ve erken seçime gidilmesi gibi yöntemleri tartışma sahnesine getirmiştir. Böylesi bir ortamda, ilk iki seçeneğin partiler arası görüş ayrılıklarının giderilememesi nedeniyle geçersiz kalması, bir erken seçime gidilmesini daha uygun hale getirmiş, ancak, Ecevit liderliğindeki CHP dışında diğer tüm partiler yapılacak bir erken seçimde önemli oranda oy kaybına uğrayabilecekleri endişesi ile seçim önerisine soğuk bakmışlardır.

Gerçekten de, 1973 seçimleri sonrasında hiç bir siyasi partinin tek başına hükümeti oluşturabilecek sayıda parlamento üyesine sahip olmaması, partiler arasında zoraki birlikteliği gerekli kılmıştır. Bu bakımda, CHP ve MSP arasındaki koalisyon ortaklığı, iki parti arasındaki temel görüş farklılıklarına rağmen, büyük umutlarla kurulmuştur.

CHP-MSP koalisyon hükümetinin iktidara gelmesinden sonra koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıkları ve devlet anlayışlarındaki görüş ayrılıklarının çatışmaya dönüşmesi ve hükümetin uygulamaya çalıştığı programın işleyişine aykırı bir alması, gündeme CHP-MSP koalisyonunun dağılmaya başladığı tartışmalarını getirmiştir. Kıbrıs olayları ise, bu ortamda CHP-MSP koalisyonunun dağılmasını geciktiren bir etken olmuştur.

İç politikada CHP ve iktidar ortağı durumundaki MSP arasındaki görüş ayrılıkları genellikle şu noktalar üzerinde toplanmıştır. CHP-MSP  koalisyon ortaklığını düzenleyen protokol hükümlerinin hükümetin MSP kanadı üyeleri tarafından sık sık farklı uygulamalara konu edilmesi, Bakanlar Kurulu’nda MSP’li bakanların ilgi alanına giren konularda fiili durumlar yaratarak hükümeti güç duruma düşürmeleri, MSP’li bakanların yurt içi gezilerde koalisyon protokolüne aykırı vaatlerde bulunurken CHP karşıtı açıklamalar yapmaları, MSP lideri Erbakan’ın yetkilerini aşarak yabancı devlet temsilcileriyle çeşitli alanlarda ön anlaşmalarda bulunması ve bunları açıklayarak hükümeti habersiz olduğu bir olayla karşı karşıya bırakması, MSP’li bakanların bakanlıklarında yoğun bir partizanlık gütmeleri, sanayileşme ve yatırım öncelikleri konusunda yaşanan görüş ayrılıkları, ağır sanayi hamlesi adı altında propagandaya yönelik hayali fabrika temellerinin atılması vd.

Ancak, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın sağlamış olduğu saygınlık ve ulusal kamuoyunda oluşan dayanışma, bir süre için iktidar ve muhalefet partileri arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırırken, koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıklarını da ikincil kılmıştır. Buna karşın, Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlığın ve Kıbrıs sorununun uluslararası diplomasi alanına kaymasından sonra yeniden iç politika tartışmaları gündeme gelmeye başlamıştır. Bir yandan kamuoyu ve basında büyük bir popülarite/saygınlık kazanmış bir Ecevit ve CHP-MSP koalisyonunun artık yürümeyeceğini gösteren davranışlar, diğer taraftan, koalisyonun dağılmasıyla birlikte gündeme gelecek olan güçlü bir hükümet arayışı. Böylesi bir ortamda Başbakan Ecevit’in İskandinavya ülkelerine yapacağı gezinin kararnamesinin MSP kanadı tarafından onaylanmaması ve bu gezi sırasında Başbakanlığa Erbakan’ın yerine CHP’li Devlet Bakanı Eyüpoğlu’nun vekalet etmesinin kararlaştırılması, koalisyon hükümetinin dağılmasında etkili olmuştur.

16 Eylül 1974 tarihinde CHP-MSP koalisyonunun dağılması ile birlikte, Türkiye’de, iç politikada yoğun bir partiler arası hükümet oluşturma girişimi yaşanmıştır. CHP lideri Ecevit’in güçlü bir hükümet oluşturmak için en kısa zamanda bir erken seçime gidilmesini açıklamasından sonra, muhalefet partileri bu öneriyi benimsememiştir.

Ecevit’in erken seçime gitme kararını benimsemeyen diğer siyasi partiler, büyük ölçüde, Kıbrıs olaylarının Ecevit ve CHP’ye kazandırmış olduğu saygınlığın oya dönüşebileceğinden çekinmiştir. CHP açısından ise, kamuoyunda CHP sempatisinin oya dönüşmesi halinde ortaya seçmen ve parlamento desteğine sahip bir güçlü hükümetin iktidara gelebileceği inancı erken seçime gidilmesi önerisinin yapılmasında etkili olmuştur.

Diğer yandan, CHP ve Ecevit’in erken seçime gidilmesi ve seçimler sonrasında güçlü bir hükümetin oluşturulması önerisinin Türkiye açısından iç politikada olduğu kadar dış politikada da önemli sonuçlar doğuracak bir yaklaşım tarzı olduğu söylenebilir. Gerçekten de, Ecevit ve CHP erken seçime gidilmesi önerisiyle ortaya çıktığında, bunu ayrıca Türkiye’nin dış politikasında yaşanan olaylara bağlamışlardır. Özellikle Kıbrıs konusunun diplomatik alana kaymış olması, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların giderilmesi için en uygun ortamın sağlanmış olduğu gerçeği dile getirilmiş ve bu arada da, Kıbrıs sorununa adada yaşayan Türk toplumunun çıkarlarını güvence altına alan ve Türkiye’nin etkin garantisini hükme bağlayan bir çözümün bulunabilmesi için gereken görüşmeleri yürütebilecek bir hükümetin parlamento desteğine sahip olması gerektiği ileri sürülmüştür. Bu dönemde Yunanistan’da da Karamanlis’in kendine verilen desteği yeterli görmeyerek seçmenlerin desteğini aramış olması ve arkasına parlamento desteğini alarak görüşme masasına oturmak istemesi, Türkiye’de de Ecevit/CHP açısından benzer bir sürecin yaşanması için gerekli görülmüştür.

Bu açıdan düşünüldüğünde, Ecevit ve CHP’nin özellikle dış politika açısından kendini parlamentoda güçlü bir desteğe sahip bir hükümet olarak görmek istemesini yadırgamamak gerek. Gerçekten de, bir yandan süreçsel koşulların iki ülke arasındaki sorunların ve bu arada da Kıbrıs sorununun çözümlenmesine uygun olması ve her iki ülkenin de ortak ve kalıcı olduğuna karar verdikleri ve üzerinde anlaştıkları bir çözüm şeklini kendi ulusal kamuoylarına kabul ettirebilecek saygınlık ve olanaklara sahip olmaları söz konusudur. Ancak, bu ortamda hükümetin üzerinde uzlaşacağı çözüm şeklini karşılıklı bazı ödünler sonunda sağlaması gerektiğinden, bunun beraberinde bazı riskleri de taşıdığı söylenebilir. Ulusçu duyguların en üst düzeyde olduğu ve üstelik, hükümetin MSP kanadının fetihçi bir anlayış sergilemekte olduğu ve Kıbrıs’ın bütünüyle alınması gerektiğini, kendilerinin bunu yapmak için çaba göstermelerine karşın iktidar ortağı CHP’li bakanların buna karşı çıktıklarını iddia ettiği bir ortam içerisinde Ecevit ve CHP-MSP koalisyonunun görüşmelerden bazı ödünler vermeden başarılı sonuçlar elde etmesi olanaksızdır.

Diğer taraftan, Türkiye’de hükümeti hangi siyasi partilerin ve nasıl kuracakları tartışılırken, dış politika açısından ABD’de Türkiye’ye silah ambargosu uygulanması kararı alınmış; ancak bu karar 10 Aralık’a kadar “Ankara’nın ateşkese uyarak barışçı çabaları sürdürmesi, Ada’ya yeni asker ve silah yollamaması ve toplumlararası görüşmelerin sürdürülmesini sağlamak koşuluyla” ertelenmiştir.[20]

ABD Kongresi’nin almış olduğu ambargo kararı ve bu kararın olası sonuçlarının henüz Türkiye’de yeterince değerlendirilemediği böylesi bir ortam içerisinde, ABD yönetimi, özellikle Kissinger aracılığıyla, Türkiye’ye uygulanması düşünülen ambargo kararının alınması sonucunda Kongre karşısında azalan saygınlığını kurtarmak için Kıbrıs sorununda toplumlararası görüşmelerin yapıcı bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamaya yönelik ciddi çabalar sergilemeye başlamıştır.

“Kissinger’in hazırladığı senaryo, Türkiye’nin sonradan gerçekleştirebilmek için iki yıl çabaladığı ‘ikili federasyon’ ilkesinin Rum ve Yunanlılarca kabul edilmesini içeriyordu. Daha da önemlisi, müzakerelerin başlamasıydı. Başlayınca, Kıbrıs konusu uluslararası kamuoyunun gözü önünden çelinebilecek ve Lefkoşa’da Denktaş ve Klerides yıllarca tartışabilecekti. Hiçbir uluslararası kuruluş da ‘müzakeresi yapılan’ bir konu için baskı kampanyası sürdüremezdi. Kongre’de kararı alınan ambargo, altışar aylık aralarla ertelenerek etkisizleştirilebilir ve sorun kendi kendine erirdi.

Klerides, Kissinger’in girişimini hemen kabul etmişti. Bu şekilde Makarios’un geri dönüşü kolaylıkla engellenebilecek ve kendisi Cumhurbaşkanlığı koltuğunda rahatça oturabilecekti.

Karamanlis de Türkiye’nin yapacağı ‘jest’leri kamuoyunda kolaylıkla  ‘onurumuzu kurtardık’ diye sunabilecek, Makarios’un dışarıda kalmasıyla yeni bir karşıt durumdan kurtulacaktı.

Böylesine sıcağı sıcağına bir girişimle, Kıbrıs’daki ikinci harekat sonrası bozulan denge nedeniyle ayaklanan uluslararası kamuoyu yatıştırılabileceği gibi, siyasal çözüme doğru da en temelli adım atılmış olacaktı.”[21]

Böylesi bir ortam içerisinde, Türkiye’de hükümet kurma çabaları, bir an için, dış politika sorunlarının önüne geçmiştir. Nitekim bir yandan hükümeti kurma çabaları, diğer yandan ekonomik açıdan karşılaşılan sorunlar, geçici olarak işbaşında bulunan CHP-MSP koalisyon hükümetinin yeni hükümet kurulana kadar devletin rutin işlerinden başka işlerle uğraşmasına olanak vermemiştir.

Diğer yandan; sağduyunun gereği olarak vurgulanmaya başlanan CHP-AP koalisyonu da gerçekleşemediğinden durum daha da karmaşık bir görünüm sergilemeye başlamıştır. Parlamento desteğine sahip bir hükümetin oluşturulamadığı bir ortam içerisinde, Ecevit in liderliğinde CHP azınlık hükümeti kurulması önerisi tartışılmaya başlanmıştır.

“Kıbrıs’a ilişkin gelişmelerin en önemli aşamasına gelindiği ve dönüm noktası sayılabilecek olanağın kaçırılmaması içi, CHP lideri son derece cesur bir girişimde bulundu. Korutürk’e (Cumhurbaşkanı) hiçbir koalisyon olanağının bulunmaması durumunda ‘azınlık hükümeti’ önerisini getirdi. ‘Eğer bugün bu olanağı hükümetsizlik nedeniyle kaçırırsak, Türkiye ileride çok acı çekebilir. Ben tüm sorumluluğu alıp gereken adımları atmaya hazırım,’ dedi.” [22]Ancak, Korutürk başlangıçta sıcak baktığı bu öneriye, diğer partilerin baskıları üzerine, işlerlik kazandırmaktan çekinmiş olsa gerek.

Bununla birlikte; Türkiye’de Kıbrıs konusunda yapılan görüşmelerde çözüme yönelik girişimler içerisinde Türkiye’nin ne gibi adımlar atabileceğinin belirlenmesi gerekmiştir. Ecevit in  başkanlığında Dışişleri, Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay yetkililerinin katılmış olduğu bir toplantıda ortak bir görüş saptanmaya çalışılmış; ancak geçici hükümetin koalisyon ortağı Erbakan, alınan kararlara muhalif kalmıştır. Kararlarda Türkiye’nin uzlaşmayı sağlamak için önemli sayılabilecek bir ödünde bulunamamasına karşın, Erbakan’ın kararlara katılmaması ve ikna olmaması, Türkiye’nin tarihsel bir olanağı kaçırmasına yol açmıştır. Hükümetin ortak bir karara varamaması sonucunda Kissinger’in girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Bunun sonucunda da, kısa bir süre sonra Makarios Kıbrıs’a geri döneceğini açıklamış, Klerides’in benimsemiş olduğu federasyon tezinden üniter devlet tezine dönülmüştür.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve Kıbrıs sorununa ilişkin gelişmelerin Türkiye’deki 1973-74 dönemi iç politika gündeminden belirgin ölçüde etkilendiğini söylemek olasıdır. Her ne kadar siyasi partiler arasındaki çekişmeler Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesinin gündeme gelmesi ile geçici olarak durgunlaşmışsa da, askeri müdahalenin yerini diplomasiye bırakmasından sonra iktidar ve muhalefet partileri arasındaki çekişmeler yeniden gündeme gelmiştir ve bun da en büyük etken de, koalisyon ortakları arasındaki derin görüş ayrılıkları olmuştur. Bir hükümet bunalımının yaşanması ve bu bunalımın koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıklarından kaynaklanmış olması düşüncesi aslında, Kıbrıs’ta hükümetin elde etmiş olduğu başarının ulusal kamuoyunda seçmen desteğine dönüştürülmesi çabası ile birlikte ele alınabilir. Bu bağlamda; Ecevit liderliğindeki CHP’nin MSP ile olan koalisyon ortaklığından kurtulmak için ortaya çıkan bunalımdan yararlandığı da söylenebilir. Bir yandan koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıkları, diğer yandan da, Kıbrıs olaylarının Türk seçmen kitlesi önünde Ecevit’in kişiliğinde somutlaşan saygınlık kazandırıcı rolü, CHP-MSP koalisyonunun daha kolay dağılmasına ortam hazırlamıştır.

Ancak, dönemin koşulları dikkate alındığında, hiç bir siyasi partinin kendi oy oranının açıkça düşeceğini gördüğü bir erken seçime evet demesi mümkün olamamıştır. Aksine, Ecevit ve CHP’nin popülaritesinin artmış olduğu koşullarda ne AP ne de diğer küçük partiler erken bir seçime olumlu bakmışlardır. Diğer yandan, Ecevit’in azınlık hükümeti kurarak Kıbrıs sorununa görüşmeler yoluyla bir çözüm getirmesi durumunda elde edeceği siyasi başarının iç politikada saygınlığını daha da artıracağı kuşkusu, diğer partilerin azınlık hükümetine karşıt tavır almalarında etkin olduğu kadar, geçici hükümetin  MSP kanadının da Türkiye’nin görüşmeler sırasında izleyeceği yaklaşımlar saptanırken Genelkurmay’ın da desteklediği önerilere aynı gerekçe ile karşı çıktığı söylenebilir. [23]

Erken seçim beklentisinin gerçekleşememesi üzerine, Kıbrıs olaylarının hükümete kazandırmış olduğu saygınlığın CHP’ye tek başına iktidar olma olanağı vermediği anlaşılmıştır. Diğer yandan, doğan hükümet bunalımı ile birlikte, Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkilerinde gündeme gelen ve Türkiye’nin çıkarları açısından büyük önem taşıyan görüşme sürecinin ortaya çıkması, izlenecek politikaların inandırıcılığı ve tutarlılığı bakımından  güçlü bir hükümeti gerektirdiğinden bunalım daha da derinleştirmiştir. Böylesi bir ortam içerisinde  ne MSP dışındaki küçük partilerle ne de AP-CHP arasında bir koalisyon ortaklığı kurmak mümkün olmamıştır. Oysa; 1961 yılında benzeri yaşanan AP-CHP koalisyon ortaklığının bu dönemde de Türkiye’nin çıkarlarına en uygun çözüm şekli olduğu sıklıkla vurgulanmıştır.[24]

Sonuçta, 1974 Kıbrıs olayları sırasında izlenen politikanın hükümete sağlamış olduğu saygınlığın bir iç politika avantajı olarak diğer siyasi partilere karşı kullanılmak istenmesinin hükümete belirgin bir yarar sağlamadığı gibi, Türkiye’nin genel ve özel çıkarları bakımından da zararlı sonuçları olduğu söylenebilir.

İç politika açısından, Kıbrıs olayları, siyasi partiler arasında kısır çekişmeleri sona erdirmek, yaşanan siyasi ve ekonomik bunalımın kolaylıkla aşılmasını sağlayacak toplumsal dayanışma ve bütünlüğü sağlamak yerine tam tersi sonuçlanmış, ortaya daha büyük bunalımlar çıkarmıştır. Dış politikaya ilişkin yaklaşımlar, siyasi partiler arasında bir karşılıklı suçlama aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Elde edilen başarı ya da başarısızlık, seçmen kitle önünde siyasi partiye verilecek olan desteğin ölçüsü olarak görülmeye başlanmıştır.

Gerçekten de, Türk siyasi yaşamında uzun süre Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyonunun neden dağılmış olduğu tartışılmış ve bunda Kıbrıs olayları sırasında Ecevit’in kişiliğinde somutlaşan popülaritenin oya dönüştürülmek istenmiş olmasının ne denli etkili olduğu sorulmuştur.

Diğer yandan, özellikle seçim çalışmaları sırasında MSP’nin Kıbrıs olaylarını bir propaganda aracı olarak kullandığı da görülmüştür. Öylesine ki, bu propaganda çabası içerisinde Ecevit ve CHP’li bakanların Kıbrıs’a askeri müdahale yapılmasına karşı çıktıkları, müdahalenin MSP’li bakanların zoruyla yapıldığı, barış görüşmeleri sırasında CHP’nin büyük ölçüde toprak tavizi verme yanlısı olduğu ileri sürülmüştür.[25] Erbakan, 1990’larda da aynı yaklaşım içerisinde, Kıbrıs olayları sırasında Türkiye’nin göstermiş olduğu kararlılığı, kendi partisine mal etme çabası içerisinde koalisyon ortağı CHP’ye karşı suçlamalarını sürdürmüştür.

Bu bağlamda, Türkiye’de iç politika tartışmalarının ve ard arda gelen koalisyonların Türk-Yunan ilişkilerine yönelik politikalarındaki dalgalanmaların, sorunların çözümünü güçleştirdiğini söylemek olasıdır. Gerçekten de Kıbrıs olaylarından sonraki dönemde, iki ülke arasındaki ilişkileri gerginlik yönünde tırmandıran en önemli olaylar Ege Denizi’ndeki sorunlar üzerinde yaşanmış ve gerek Yunanistan’ın gerekse Türkiye’deki hükümetlerin konuya yaklaşımları, barışçıl çözüm arayışlarını engellemiştir. Dönemin ilişkilerinde Kıbrıs’tan sonra en fazla sözü edilen sorun, Ege Denizi’ndeki kıta sahanlığının saptanması sorunu olmuştur. Kıta sahanlığı sorunu, ilk kez 1973 seçimleri sırasında CHP’nin programlarında yer almış ve seçim sonrasında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti sırasında da Türkiye, TPAO’ya petrol arama ruhsatları vererek konuyu iki ülke arasında gündeme getirmiş ve Ege Denizi’nde, Türkiye ve Yunanistan arasında bir kıta sahanlığı sınırlandırmasının gereğini dile getirmiştir. Ancak, Kıbrıs konusundaki gelişmeler bir süre bu sorunu ikincil planda tutmuştur.

CHP-MSP koalisyonun dağılması sonrasında Sadi Irmak azınlık hükümeti döneminde yapılan açıklamalar, daha Yunanistan ile resmi görüşmelere başlanmadan, Türkiye’nin resmi görüşlerinde değişiklik yapıldığı şeklinde yorumlanabilecek nitelikte olmuştur. Sadi Irmak’ın iki ülke arasındaki kıta sahanlığı sorununun Lahey Adalet Divanı’na gidilerek  de çözümlenebileceğini dile getirmesi, daha önce sorunun çözümlenmesi için öncelikle görüşmeler yolunun denenmesini isteyen Türk tarafının görüşlerini değiştirdiği şeklinde yorumlanmıştır. Irmak’ın bu açıklaması, iç politikada sert eleştirilere hedef olmuştur.

Diğer yandan, azınlık hükümeti sonrasında kurulan Demirel’in Başbakanlığındaki MC hükümeti sırasında, Türkiye ve Yunanistan arasında sürdürülen görüşmelerde Irmak hükümetinin yaptığı bu açıklamalar Türk tarafını güç durumda bırakmıştır.

Bu durum, özellikle Mayıs 1975 tarihli Roma ve Brüksel toplantıları sırasında taraflar arasında yapılan görüşmelerde ortaya çıkmış ve Brüksel toplantısı sonrasında hazırlanan bildirgede Türkiye; Lahey Adalet Divanı’na gidilmesini benimsemiş olduğunu, ancak, ikili görüşmelerin de sürdürülmesi gerektiğini karara bağlayarak bir esneklik yaratmaya çalışmıştır. Bir süre sonra da, Türkiye’de yoğun eleştirilere yol açan bu yaklaşım, hükümetin yeni bir açıklama yapmasını gerektirmiş ve yapılan açıklamada, Ege kıta sahanlığı sorununun iki ülke arasında yapılacak olan ikili görüşmeler yoluyla çözümlenebileceği görüşünü dile getirmiştir.

“... Zirveden kısa bir süre sonra, yapılan hata anlaşılmış ve Türk bürokrasi çarkları, Demirel’in verdiği sözü değiştiren bir şekilde adımını geri aldırmış ve anlaşma olmadığını ileri sürmüştür. Bu örnek, Türk diplomasisinin tüm aksaklıklara rağmen ‘temel çizgiyi’ koruması, hatta saptıran siyasi lideri bile yeniden eski politikaya döndürmesinin en açık belgesidir.” [26]

Ancak, CHP-MSP koalisyon hükümeti sonrasında iktidara gelen hükümetlerin hazırlıksız oldukları bir konuda yaptıkları açıklamalar iki ülke arasında yaratılmaya çalışılan güven ortamını zedelerken, gerek liderlerin gerekse Türkiye’nin inandırıcılığına gölge düşürmüştür.

Benzer bir durum, 1976 yılında, Türkiye’nin Ege Denizi’nde kıta sahanlığı üzerinde sismik araştırmalar yapmak istediğini açıklamasıyla gündeme gelmiştir. Demirel hükümetinin, Türk-Yunan ikili görüşmeleri sürerken Ege Denizi’nde MTA Sismik I Araştırma gemisinin kıta sahanlığına ilişkin sismik araştırma yapacağını açıklaması ve bunu bir propagandaya dönüştürmesi, bir anda Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri savaşa sürükleyen bir yönelim izlemeye başlamıştır.

Dönemin gelişmelerini  Birand şu şekilde anlatmaktadır; “Hükümet içi sorun, kısa bir süre sonra iç politika sorununa dönüverince, kamuoyu gelişmeleri yakından izlemeye başladı ve birden, Demirel önde olmak üzere tüm Bakanlıklar Hora’ya sahip çıkmaya başladılar.

Yunanistan çalkalanadursun, Temmuz ayının ortasına gelinmiş; Hora hala denize indirilecek duruma gelmemişti. Oysa demeçler birbirini izliyor ve çıkış gününü TRT’ye açıklamak bir Bakanı kahraman yapmaya yetiyordu. Demirel de artık ‘Ege fatihi’ olmanın daha karlı bir iç politika yatırımı sayılacağını anlamış, veryansın ediyordu: ‘Hora’ya dokunana karşılık veririz. Yakında araştırma başlayacak. Bunu kimse engelleyemez.’

Demirel bir yandan demeçleriyle sertlik gösterirken, öte yandan da açıklamalarında yeni bir tema işlemeye başlamıştı: ‘Hora’nın araştırmalarıyla kıta sahanlığı sorunu arasında bir ilgi yoktur. Buna müdahale korsanlık olur’du.

Ec

Ögelere bakın...

Türk Dış Politikası’nda Türk-Yunan İlişkileri ve İç Politika Kaygısı

Türkiye bakımından konuya bakıldığında, Kıbrıs ile bozulmaya başlayan Türk-Yunan uyuşmazlığının ulusal hükümetlere bir iç politika beklentisini gerçekleştirme olanağı vermesinin ilk örneklerine 1950’lerin ortalarına doğru rastlamaktayız.

Yunan Dış Politikası’nda Türk-Yunan İlişkileri ve İç Politika Kaygıları 

Yönetimlerin iç politika kaygılarıyla davranarak iki ülke arasındaki ilişkileri sarsacak olaylara sebep olduklarının örneklerine Yunanistan açısından da değinilebilir. Gerçekten de, ilerleyen dönemlerde Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin bozulmasında oldukça önemli bir yere sahip bulunan  Kıbrıs konusunun Yunanistan’da iç politika gündemine getirilişi ve Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi konusunun bir ulusal dava niteliği kazanması süreci dikkate alındığında, iç politika kaygılarının yoğun etkide bulunduğu görülmektedir.

İÇ VE DIŞ POLİTİKA KAYGILARININ ETKİSİ

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan karşılıklı güvensizlik ve çözümsüzlüğün katılaşmasında rol oynayan bir diğer öge ise ulusal yönetimlerin, iki ülke arasındaki uyuşmazlığı kendi iç politika amaçlarının gerçekleşmesinde bir araç olarak görmeleridir.

Kitap-İçindekiler

Üye Giriş

üyelik