İKİLİ İLİŞKİLERİN GENEL GÖRÜNÜMÜ
  • Üyelik
Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:16

İKİLİ İLİŞKİLERİN GENEL GÖRÜNÜMÜ

Yazan
Ögeyi Oylayın
(3 oy)

I. BÖLÜM

İKİLİ İLİŞKİLERİN GENEL GÖRÜNÜMÜ

 

Türkiye ve Yunanistan, ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarına kadar uzun bir tarihsel birlikteliği paylaşmışlardır. [3] İstanbul'un Türkler tarafından fethinden 19. yüzyılın sonlarına kadar Yunan ulusu, Türklerin egemenliği altında Osmanlı Devleti'nin sosyo-ekonomik yaşantısında olduğu kadar, askeri ve siyasi yaşamında da etkin roller üstlenerek aynı kadere ortak olmuşlardır. Böylesine uzun bir süre birlikte yaşanmış olmasına rağmen, Osmanlı Devleti içerisinde Yunanlıların ulusal kimliklerini koruyabilmiş olmalarının belki de en önemli nedeni, Osmanlı toplumsal sistemindeki yapılaşma olsa gerek. Gerçekten de, fetih esası üzerine kurulmuş olan Osmanlı sisteminde kazanılan yeni topraklar üzerinde yaşayan halklar, Müslüman olan ve olmayan ayrımına tabi tutularak sınıflandırılmış ve ayrımda din ögesi ön planda bulunmuştur. [4]

Osmanlı Devleti'nin azınlıkları dinsel ayrıma tabi tutarak sınıflandırması ve azınlıkları mensup oldukları kiliseler aracılığı ile denetlemesi, kilise yönetimlerinin alacağı kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanmasına yol açmıştır. Bu yolla azınlıklar üzerinde etkin bir rol üstlenen kiliselerin gücü, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar ve Avrupa'da sınırlarını genişletmesine bağlı olarak artmıştır. Özellikle Fener Ortodoks Kilisesi'nin [5] yetki ve haklarının genişletilmesi ve bunların yönetimin etkin garantisi altında bulunması, bir yandan kilisenin dinsel/etnik azınlıklar üzerindeki denetimini artırırken, diğer yandan da ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak çabasındaki azınlıkların kilise ile işbirliği ilişkilerini sağlamlaştırmıştır. [6]

Osmanlı Devleti'nin azınlıklara yönelik yaklaşımı içerisinde Rum/Yunanlıların ayrıcalıklı konumları, Osmanlı Devleti'nin gerileme sürecine girmesiyle değişim geçirmeye başlamıştır. 1789 Fransız Devrimi'nin yaymaya başladığı vatandaşlık hakları ve ulusçuluk anlayışı, farklı etnik ve dinsel  toplulukları bünyesinde barındıran ve üstelik sosyo-ekonomik açıdan gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti'nde de etkisini göstermiştir. Bu bağlamda, Avrupa ile yakın ilişkileri bulunan Balkan halkları arasında ulusçu yaklaşımlar yaygınlık kazanmaya başlamıştır.

Yunan kökenli halklar içerisinde ulus bilincinin yerleşmeye başlamasıyla birlikte, Osmanlı Devleti'ne karşı yoğun bir bağımsızlık mücadelesi başlamıştır. Yunan "başkaldırısı", Osmanlı Devleti'nin Avrupa ve Balkanlardan atılmasında çıkarlarının gerçekleştirilmesi açısından yarar gören İngiltere ve Rusya gibi diğer devletler tarafından da desteklenmiştir. Yunan başkaldırısı, ancak 1830'larda ulusal bağımsızlığın kazanılmasıyla başarıya ulaşabilmiştir. [7]

Böylece, bir yandan Osmanlı Devleti toprak kaybetme sürecini yaşarken, diğer yandan da, Yunanistan'ın genişleme süreci içerisinde olmasıyla ortaya çıkan ve etkileri bakımından günümüzde de yoğun olarak ilişkilerde gözlemlenen bir uyuşmazlığın ilk izleri ortaya çıkmaya başlamıştır.

1830'lardan başlayarak, Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda toprak kaybetmeye başlamasıyla birlikte, Yunanistan'la Osmanlı Devleti arasında büyük oranlarda insan değişimleri, göçler yaşanmış ve giderek karşılıklı bir azınlıklar sorunu ortaya çıkmıştır. 1830 yılında hazırlanan Londra Protokolü ile Yunanistan sınırları içerisinde kalan Müslüman toplumunun azınlık hakları garanti altına alınmaya çalışılmıştır.

1912 - 1913 Balkan Savaşları ile birlikte, Osmanlı Devleti'nin toprak kayıplarından Yunanistan sürekli olarak genişleyen taraf olarak kazançlı çıkmıştır. Bu çerçevede yeni kitlesel göçler yaşanırken, azınlıklar sorunu giderek daha derinleşmiştir. Bu bağlamda, Yunanistan'ın dış politikasında uzun dönemli etkileri gözlemlenen "Megali İdea" [8] politikasının bu dönemde hızlı bir gelişme gösterdiği söylenebilir.

N. Svoronos bu gelişmeleri şu şekilde  değerlendirmektedir;

"Tüm Avrupa halklarının ulusal mücadeleleriyle sarsılan bir dönemde, Hellen  (Yunan) topraklarının ancak bir bölümünün kurtarılmasıyla Hellenlerin ulusal istekleri getirilmiş olamazdı. Böylece, Hellen dış politikasının temel amacı, ülke dışında kalan Hellen topraklarının ele geçirilmesi oldu. Ne ki Hellenizmin sınırlarını saptamak ve de bir devletin isteklerini sınırlandırmak güçtü. Sonuçta, Bizans İmparatorluğu'nu yeniden canlandırmak fikri gelişmeye başladı. Bu Yunanistan'ın uzun yıllar dış politikasına egemen olacak olan "Megali İdea" dedikleri görüştü" [9]
Yunanistan'ın bu yöndeki çabaları, en son olarak, 1919'dan 1923'e kadar devam eden "Küçük Asya" - Anadolu macerası ile kendini göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti'ne zorla imzalatılan Sevr Antlaşması'nın [10], Anadolu'nun Ege Kıyılarını Yunanistan'a bırakmasına  dayanarak bu bölgeleri işgal etmeye başlayan Yunanistan'ın bu girişimi, Osmanlı Devleti'nin tasfiyesiyle sonuçlanan  ve Türklerin ulusal bilinçle oluşturacakları bağımsız bir Türk devletinin kuruluş yollarını açmıştır.Yunanistan ve Türkiye arasında ilişkiler, Türk ulusal kurtuluş savaşı sonrasında farklı bir gelişim çizgisine oturtulmaya çalışılmıştır. Anadolu'da uğramış oldukları ağır yenilgi sonrasında Yunanistan, askeri açıdan olduğu kadar siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan da ağır  ve bunalımlı bir dönem içerisine girmiştir. Bu bağlamda, Yunanistan'da "Megali İdea"nın gerçekleştirilmesi olanaksız bir düş olduğu kanısı ulusal liderlere egemen olmuştur.

Savaş sonrası dönemin yöneticileri, 1923 Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye ve Yunanistan arasında kurulan dengenin korunmasına özen göstermişlerdir. Gerçi 1930'lara kadar Türkiye ve Yunanistan arasında Lozan Antlaşması'nın gerçekleşmesini tehlikeye soktuğu için çözümü iki ülke arasındaki görüşmelerle sağlanmak üzere ertelenmiş bulunan ahali değişim sorunu üzerinde kesin bir anlaşmaya varılamamıştır ama, her iki ülke de, yeniden bir savaşa yol açabilecek davranışlardan elden geldiğince kaçınmışlardır.

Nihayet 1930'da, iki ülke arasında ahali değişimi konusunda görüş ayrılıkları giderildikten sonra, yakınlaşma çabaları artmıştır. Böylece, Yunanistan ve Türkiye arasında 1930 yılında üç önemli antlaşma imzalanmıştır;

Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Anlaşması;
Deniz Kuvvetlerinin Sınırlandırılması Hakkında Protokol,
İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Sözleşmesi.
İki ülke arasındaki ilişkilerde sağlanan yumuşama ortamı içerisinde geliştirilen dostluk ve işbirliği, bu ülkelerin diğer Balkan devletleri ile olan ilişkilerine de yansımış ve gelecekte kurulacak olan "Balkan Antantı"nın temelleri böylece atılmıştır. Türkiye Başbakanı İ. İnönü'nün Yunanistan'ı ziyareti ise, iki ülke arasında Balkanlarda kurulacak olan dostluk ve işbirliğinin temellerinin atılması için gerekli görüş alışverişinin yapıldığı toplantı niteliğini kazanmış ve Balkan Antantı için bir ön adım olmuştur. Böylece, 1933 yılında iki ülke arasında imzalanan "Samimi Anlaşma Paktı" ile her iki ülke de sınırlarını karşılıklı olarak garanti etmiş ve iki ülke arasındaki bu pakt, Balkanlarda benzer kaygıları paylaşan Romanya, Yugoslavya'yı da harekete geçirerek bu ülkelerin de katıldığı bir ortak pakta dönüşmüştür. 1934 yılı Şubatında, bu dört ülke arasında Balkan Antantı imzalanmıştır. 27 Nisan 1938 tarihinde ise, Türkiye ve Yunanistan arasında 30 Teşrinievvel 1930 Tarihli Türk - Yunan Dostluk, Bitaraflık, Uzlaşma ve Hakem Muahedenamesi ile 14 eylül 1933 Tarihli Samimi Anlaşma Misakına Munzaam Muahedename imzalanmış; bu anlaşma ile Akdeniz'de giderek daha fazla hissedilmeye başlayan İtalyan tehlikesi karşısında iki ülke arasındaki dayanışma kuvvetlendirilmeye, bir saldırı durumunda birbirlerine karşı tarafsızlıklarını korumaya, anlayış ve dayanışma içinde olacaklarına ve birbirlerine siyasal destek sağlamaya karar vermişlerdir. [11]1930'ların ikinci yarısı, Türk - Yunan ilişkilerinin yeni bir sayfasını oluşturacak gelişmelere sahne olmuştur; İtalya'nın Habeşistan'a saldırmasının Akdeniz'de yaratmış olduğu güvenlik kaygıları, Milletler Cemiyeti'nin İtalya'ya karşı aldığı önlemler, Nyon Konferansı'nda alınan kararların uygulanmasında karşılaşılan güçlükler, Akdeniz'e kıyıdar ülkeler olarak Yunanistan ve Türkiye'nin İtalya ile olan sınırlarından dolayı güvenlik endişesi içerisinde olmalarını ve ittifak ilişkilerini sağlamlaştırmanın yollarını aramalarını gerektirmiştir. İtalya karşısında İngiltere'nin desteğinin sağlanması ise ayrı bir önem kazanmıştır.

1939 yılında İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile birlikte, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler yeni bir sürece girmiştir. Balkan Antantı ile ittifak bağları bulunan Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler, bu ülkenin 1941 yılı Nisan'ında  Almanlar tarafından işgal edilmesiyle kesintiye uğramıştır. Yunanistan'ın Balkan Antantı'nı imzalarken ileri sürmüş olduğu çekinceler bu ülkenin önce İtalyanlar daha sonra ise Almanlar tarafından işgal edilmesi sırasında Türkiye'nin yardımda bulunmasını önlemiştir.

Savaş döneminde kesilen iki ülke arasındaki ilişkiler, savaş sonrasında yeniden canlanmaya başlamıştır. 1946'da  Yunanistan'da başlayan iç savaşın 1949'da sona ermesiyle birlikte, Türkiye ve Yunanistan, savaş sonrası uluslararası sistemin yeniden yapılanması sırasında kurulan dengede İngiltere ve ABD'nin öncülüğünü yaptıkları Batı sistemi içerisinde tekrar biraraya gelmişlerdir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere'nin, Türkiye ve Yunanistan'ın da içerisinde bulunduğu Yakın ve Ortadoğu'daki müttefiklerine yardımda bulunmak konusunda yeterince istekli davranmaması ve Sovyetler Birliği'nin bölgede bazı yayılmacı isteklerle ortaya çıkması; 1940'ların ikinci yarısından itibaren bölgede ABD'nin askeri, siyasi ve ekonomik etkinliğinin artmasına yol açmıştır. Savaş sonrası dönemde SSCB ile anlaşmanın kolay olmayacağını, hatta imkansızlaşacağını  biraz geç de olsa gören ABD, SSCB etrafında bir çevreleme politikası uygulamayı planlayınca, Türkiye ve Yunanistan, stratejik konumları açısından ABD'nin dikkatini çekmiş ve genelde Batı, özelde ise ABD ve İngiltere'nin bölgedeki çıkarlarının korunması açısından Türkiye ve Yunanistan'ın Batı ile işbirliği içerisine alınması gerekmiştir. Böylece iki ülke de 1947 yılından başlayarak ABD'den, Truman Doktrini olarak adlandırılan bir program çerçevesinde ekonomik ve askeri yardım almaya başlamışlardır. Türkiye ve Yunanistan'ın savaş sonrası dönemde Batı ve ABD yanlısı bir yönelim içerisinde olmaları, iç politikaları açısından da yeni düzenlemelere gidilmesini gerektirmiştir. Nitekim, 1946'dan başlayarak Türkiye, siyasi rejim açısından çok partili demokratik sisteme geçiş için önemli adımlar atmıştır. Yunanistan'da da 1949'da iç savaşın sona ermesiyle birlikte Batı yanlısı, İngiltere/ABD yanlısı bir siyasi rejimin kurulması söz konusu olmuştur. Bu ülkelerde savaş sonrası dönemde ortaya çıkan "Komünizm Paranoyası", sol düşünceye kapalı ve alabildiğine ABD yanlısı bir yönetimin iktidara gelmesiyle sonuçlanmıştır. ABD ile kurulan bağlar, sonuçta Türkiye ve Yunanistan'ın 1952 yılında Batı bloğunun askeri örgütlenmesi olan NATO'ya kabul edilmelerine zemin hazırlamıştır.

Savaş sonrası dönemin Türk - Yunan ilişkileri açısından 1950'li yıllar ilginç bir görünüm sergilemektedir. İki ülke arasındaki ilişkiler Batı ağırlıklı olarak gelişme gösterirken, ikili düzeyde ileride tırmanma gösterecek olan kimi sorunların iç politikada tartışılmaya başlandığı görülmüştür. Savaş sonrası dönemin Türk - Yunan ilişkilerine getirmiş olduğu en önemli değişikliklerden birisi, hiç kuşkusuz, daha önce İtalya'nın egemenliğinde olan Oniki Adalar'ın 1947 Paris Barış Antlaşması çerçevesinde Yunanistan'a bırakılması olmuştur. Oniki Adalar'ın Yunanistan'a bırakılması ve daha savaş döneminde Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesi gerektiği yolundaki tartışmaların savaş sonrasında Kıbrıs Rum ve Yunan kamuoyunun gündeminde tutulması, Türkiye ve Yunanistan arasında çıkabilecek bir uyuşmazlığın ilk işaretleri olmuştur.

Gerçekten, Yunanistan'da Türkiye'nin Oniki Adalar'ın Yunanistan'a bırakılması sırasında sessiz kalmış olmasına dayanan ve Kıbrıs Rum toplumunun "Enosis" amaçlı isteklerini öne süren bazı politikacılar, Kıbrıs sorununu uluslararası alana taşıyarak İngiltere'nin Kıbrıs'ı Yunanistan'a bırakmaya zorlayan bir politika izlemesini savunurken, kimi politikacılar, böylesi bir yaklaşımın Yunanistan'ın İngiltere ve daha sonra da Türkiye ile olan bağlarını tehlikeye düşürebileceğini savunmuşlardır. Bu bağlamda, Kıbrıs sorununun uluslararası alanda giderek daha çok tartışılmasına koşut olarak, Yunanistan'ın, Türkiye'ye karşı izlemiş olduğu politikada da farklılıklar gözlenmiştir. Öyle ki, Türkiye'nin Kıbrıs sorununda bir taraf olmasının kabul edildiği 1955 Londra görüşmelerine kadar Yunanistan ile Türkiye arasındaki dostluk ve işbirliği havası, 1950'lerin ikinci yarısından itibaren tamamen tersine dönmüş ve iki ülke arasındaki ilişkiler bozulmaya başlamıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusunda ortaya çıkan görüş ayrılıkları bu ülkelerin Balkanlarda oluşturmaya çalıştıkları karşılıklı dostluk, güven ve işbirliği çabalarını da sekteye uğratmıştır. Özellikle Yunanistan'ın Kıbrıs konusundaki istemlerini açıklaması karşısında Türkiye'nin uzun bir süre Kıbrıs sorununu İngiltere'nin bir iç sorunu olarak görmüş olduğunu açıklaması, Yunanistan'ın Türkiye'ye yönelik yaklaşımını ılımlı yapmış ve iki ülke arasında Balkanlarda kurulacak bir işbirliğinin ilk adımları atılabilmiştir. 1953 yılında Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Ankara'da imzalanan Dostluk ve İşbirliği Anlaşması, 9 Ağustos 1954 tarihinde Yugoslavya - Bled'de imzalanan bir antlaşma ile Balkan Paktı'na dönüşmüş ve üye ülkeler arasında bir ittifak ilişkisi oluşturmayı amaçlamıştır. Ancak Balkan Paktı'nın ömrü uzun olmamış, önce Yugoslavya'nın pakttan ayrılması ve ardından da Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusunda görüş ve çıkar ayrılıklarının ilişkileri gerginleştirmesiyle bu pakt çökmüştür.

1955 Londra görüşmeleri sonrasında, Kıbrıs sorununa taraf olan ülkeler arasında Türkiye'nin de yer almasıyla birlikte, Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkilerin yönelimini belirleyen bir süreç izlenmeye başlamıştır. Bu bağlamda, Türk-Yunan ilişkilerinde önemli bir başka konu olan azınlıklar konusu da iki ülke arasında Kıbrıs konusundaki görüş ayrılıklarının keskinleşmesinden etkilenmiştir. Kıbrıs konusunun her iki ülkede de ulusçu bir yaklaşımla ele alınmasının bir sonucu olarak fanatik gruplar, yapılan propagandalardan etkilenerek azınlıklara yönelik saldırılarda ve baskılarda bulunmuşlardır. Özellikle Londra görüşmeleri sürerken Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılan bir toplantının İstanbul azınlıklarının ev ve işyerlerinin yağmalanması ve tahrip edilmesiyle sonuçlanan saldırı eylemine dönüşmesi, iki ülke halkları arasında geçmişte yaşanan acı anıların tekrar canlanmasına neden olmuştur.

1956'dan başlayarak, 1959-60'lara kadar Türkiye ve Yunanistan arasındaki ikili ilişkilerin gündemini Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm arayışları oluşturmuştur. Nihayet 1959 yılında Zürih ve Londra Anlaşmaları ile İngiltere, Türkiye ve Yunanistan'ın garantörlüğü altında Kıbrıs'ta bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmasının karara bağlanması ile iki ülke arasındaki ilişkiler yeni bir boyut kazanmıştır.

Kıbrıs sorununa bu şekilde bir çözümün bulunmasının iki ülke arasındaki gerginliğe son vereceği beklenirken, kısa bir süre sonra, Kıbrıs'ta Rum liderlerin mevcut anayasal düzeni değiştirerek Kıbrıs Türk toplumunun anayasal haklarını sınırlandırmak istemesi ve buna karşı çıkan Türkler üzerinde terör ve baskı uygulamaya başlaması, ilişkilerin yeniden gerginleşmesine neden olmuştur. 1963-64 yıllarından itibaren Kıbrıs Türk toplumunun  sindirilmesi ve yok edilmesi hareketiyle birlikte sürdürülen Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması "Enosis" çabaları, garantör devlet statüsündeki Türkiye'nin, Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumu liderleri ile olan ilişkilerinin sertleşmesine neden olmuştur.

1960'lı yılların ilk yarısından itibaren Yunanistan'da Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması fikrinin yaygınlık kazanması ve olayın bir ulusal dava durumuna dönüştürülmesi, benzer bir gelişmenin Türkiye açısından da söz konusu olmasıyla, her iki ülkede de dış politika stratejilerin bu konu esas alınarak oluşturulmaya başlanmıştır. Özellikle, Türkiye'nin Kıbrıs Türk toplumu üzerinde oluşturulan baskılar karşısında sessiz kalmayarak garantörlük statüsünün kendisine vermiş olduğu müdahale hakkını kullanmak istemesi, iki ülke arasında ileride Kıbrıs sorunundan kaynaklanan bir savaş olabileceği tehlikesinin ilk işaretleri olarak algılanmaya başlanmıştır.

Kıbrıs sorunu, Türk dış politikasında önemli değişiklikler yaratan bir konu olarak 1960 sonrası dış politikası tercihlerinin değişmesine büyük oranda katkıda bulunmuştur. 1964 yılında Türkiye'nin anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hakkına dayanarak Ada'da Türk toplumuna yönelik imha girişimlerini silahlı kuvvet kullanarak önlemek istemesinin ABD tarafından verilen ünlü "Jhonson Mektubu" ile engellenmiş olması ve Türkiye'nin diplomatik nezaket kurallarını aşan bire üslupla tehdit edilmesi, Türkiye'de yeni bir dış politika sürecinin başlangıcını oluşturmuştur.

1960'lı yıllar, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorunundan kaynaklanan bir sıcak savaş riskini taşımıştır. Bu risk, sonunda 1967 yılında Yunanistan'da gerçekleştirilen bir darbe ile iktidara el koyan Albaylar Cuntası'nın desteklemiş olduğu EOKA hareketinin, Kıbrıs'ta 1974 yılında Makarios yönetimini devirerek Enosis'i gerçekleştirmek istemesi üzerine tekrar gündeme gelmiştir.

1974 sonrası dönem, Türk - Yunan ilişkilerinin en yoğun ve karmaşık dönemini oluşturmuştur. 1973 Kasım ayında, iki ülke arasında Ege Denizi kıta sahanlığında Türkiye'nin TPAO'ya petrol arama ruhsatları vermesi ile ortaya çıkan gerginlik, 1974 Haziran ayında ortaya çıkan Kıbrıs bunalımı ile ikinci planda kalmıştır. Kıbrıs Barış Harekâtı'nı izleyen günlerde iki ülke arasındaki uzlaşmazlığı giderecek görüşmelere başlanmış, ancak Kıbrıs sorununda olduğu gibi diğer sorunlarda da ilerleme kaydedilememiştir.

1975 ve 1976 yılları, bir yandan Kıbrıs sorununa toplumlar arası görüşmeler yoluyla çözüm bulunması çabalarına sahne olurken diğer taraftan, iki ülke arasında karasuları ve kıta sahanlığı konusunda yeni krizler yaşanmaya başlanmıştır. Bu krizler, iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarının giderilememesiyle daha da derinleşmiş ve taraflar karşılıklı olarak birbirlerini "düşman" olarak görmeye ve ulusal çıkarlarını karşı tarafın "tehditi" altında hissetmeye başlamışlardır.

1980'lere kadar, iki ülke arasındaki ikili ve çok taraflı ilişkilerin özünü sorunlara görüşmeler yoluyla çözüm bulabilme çabaları oluşturmuştur. Her ne kadar görüşmeler sırasında sorunlara adil ve kalıcı bir çözüm yolu bulunamamışsa da iki ülke arasında süren diyalog, karşılıklı gerginliğin azaltılmasında önemli rol oynamıştır. Bu durum 1980'lerden itibaren değişmeye başlamıştır.

1970'lerin ikinci yarısı, Türk dış politikasında oldukça yoğun bir ilişki ağına sahne olmuştur. Bir yandan Türkiye'nin Yunanistan'la olan sorunları sürerken diğer taraftan Kıbrıs sorunun uluslararası boyutlarının getirdiği ABD silah ambargosu, ekonomik yardım isteklerinin şarta bağlanması gibi sorunlar, Türk diplomasisinin gündemini oluşturmaya başlamıştır. Türkiye bir yandan uluslararası ilişkilerinde bu sorunların çözümlenmesi için  yoğun çaba harcarken diğer taraftan da iç politikada istikrarsız bir dönem geçirmeye başlamıştır. Türk - Yunan ilişkilerinde süren çözümsüzlük, Türkiye'nin NATO, AET/AB,  Avrupa Konseyi ve ABD  ile olan ilişkilerinde önemli bir engel olarak karşısına çıkmıştır ve Türkiye uzun süre bu engelleri kaldırabilmek için çaba harcamıştır.

1980'lerin başında, Türk - Yunan ilişkilerinde belirgin bir duraklama yaşanmaya başlamıştır. Türkiye'de 12 Eylül askeri darbesinin yaratmış olduğu antidemokratik ortamda dikkatlerin bir anda iç politika sorunları üzerinde toplanması, dış politika sorunları üzerinde siyasilerin olduğu kadar basın ve kamuoyunun da yeterince etkin olmalarını önlemiştir. Darbe sonrasında kurulan Milli Güvenlik Konseyi'nin almış olduğu kararların alınış şekli ve bunların iç ve dış politika ilişkilerine yansıması, sonradan oldukça yoğun eleştirilerin yapılmasına kaynaklık etmiştir. Türk - Yunan ilişkileri açısından eleştirilen en önemli konu ise, Türkiye'nin ani bir kararla, Yunanistan'ın NATO askeri kanadına dönmesine engel oluşturan ve Türk dış politikası açısından önemli bir koz olarak değerlendirilen vetosunu geri alması olmuştur. Türk Dışişleri Bakanlığı kadrolarının bile haberi olmaksızın alınan kararla Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünün gerçekleşmesi ve Yunanistan ile Türkiye arasındaki dengeyi sağlayacağı düşünülerek hazırlanmış olan "Rogers Anlaşması"na Yunanistan'ın daha sonra karşı çıkmış olması, ilerleyen dönemlerde Türk dış politikasını güç durumlara düşürmüştür. [12] 
  
 


3- Bu konuda Dimitri Kitsikis, Türk - Yunan İmparatorluğu adlı kitabında "Osmanlı İmparatorluğu'nun Yunanlılar için '400 yıllık bir kölelik' dönemi değil, tam tersine, Yunan kültürünün kesin surette katkıda bulunduğu ve Yunanlıların övünç duymaları gereken, evrensel tarihin görkemli bir yapıtı olduğunu" dile getirerek, Osmanlı İmparatorluğu'nu tam olarak anlayabilmek için imparatorluğu oluşturan etnik/dinsel toplulukları tek tek değil bir bütün olarak ele alıp incelemek gerektiğini dile getirmektedir. Dimitri Kitsikis, Türk - Yunan İmparatorluğu, İstanbul: İletişim Yayınları,1996. 
4- Bu konuda bkz; Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası IV. Cilt, İstanbul Say Yayınları , 1989; Taner Timur, Osmanlı Kimliği, İstanbul: Hil Yayınları,1986; D. Kitsikis, Türk - Yunan .., 
5- Fener Ortodoks Patrikhanesi hakkında bilgi için bkz; Yorgo Benlisoy - Elçin Macar, Fener Patrikhanesi, Ankara: Ayraç Yayınları, 1996. 
6- Bkz; S. Tanilli, Yüzyılların Gerçeği.., s. 362 vd. 
7- Herkül Millas, Yunan Ulusunun Doğuşu, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.
8- Richard Clogg'un Modern Yunanistan'ın Tarihi'nde belirttiği gibi, Megali İdea - "Büyük Ülkü terimini ilk kez dile getiren Helenli bir Ulah olan, Ali Paşa'nın oğluna doktorluk yaparken bağımsız bir krallığın ilk yirmi yılındaki en etkili siyasal kişiliklerden biri olmaya yükselmiş İoannis Kolettis" olmuştur. Richard Clogg, Modern Yunanistan'ın Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997, s. 66. 
9- Nikos Svoronos, Çağdaş Hellen Tarihine Bakış, İstanbul: Belge Yay. 1988, s. 52. 
10- Sevr Antlaşması'na ilişkin ilginç bir değerlendirme için bkz; Cahit Kayra, Sevr Dosyası, İstanbul: Boyut Kitapları, 1997. 
11- Anlaşmanın metni için bkz; Atatürk'ün Dış Politikası Cilt II Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1994. ss. 615-616. Yunanistan Başbakanı General Metaxas'ın Türkiye'ye yapmış olduğu ziyaret sırasında 9  Ekim 1937 tarihinde Atatürk ile Çankaya'da gerçekleştirilen görüşmede iki ülkenin toprak bütünlüğüne ilişkin kaygılarını gidermeye yönelik işbirliği olanakları değerlendirilirken Türk - Yunan Samimi Anlaşma Paktı'na ayrı bir önem verildiği görülmektedir. Atatürk'ün fikrine göre;"... Balkan Paktı, Balkan hudutlarının mütekabil emniyetini temin ve mevcud statükonun muhafazasını deruhde ettiği ve bu ise Bulgar meselesini halle kafi geleceği cihetle aramızda ayrı bir de antant kordiyal'in devamı arık pek lüzum ve mevzu kalmayacağı fikrinde bir itiraz varid olması ihtimali de bulunabilir. Fakat bence, Balkan Paktı için Bulgar Meselesinin yeğane 'base' telakki edilmesi zayıf bir şey olacağı gibi Türk Yunan antant kordiyali 14 Eylül 1933 için de sadece bir meselenin yegane 'base' kabul olunması zaif bir şeydir. Binaenaleyh bu itibarla antant kordiyal de kendine ait bir hususi mahiyeti haiz olmaktadır. Onun Balkan Paktından başka bir şumulü daha olmak gerektir. Bizimle Sizin  Anadolu sahillerile adalar arasında bir de deniz hududumuz vardır.... Balkan Antantının müdafaa dairesi buna şamil bulunmamakla bu hududun müdafaası doğrudan doğruya ikimize taalluk eden ayrı bir mevzu teşkil eder. Buna nazaran, Türk-Yunan anlaşmasının mahiyeti en geniş sahada birlikte yürümek olmalıdır. Ve şöyle olmasında mutabıkım. Şu halde aramızda mevcud antant kordiyali zaten esasında derpiş edildiği veçhile deniz hududlarına, yani umumi mahiyette birleşmeye teşmil edecek bir şekilde ifade ederek takviye etmelidir" Atatürk'ün Dış Politikası Cilt II... s. 369. 
12- Örneğin dönemin Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği görevini yürüten Kamuran Gürün, anılarında bu konuda şunları yazmaktadır; "... Geçen haftanın sonunda General Rogers (NATO Başkomutanı) gene Türkiye'ye geldi. Onun getirdiği formül üzerinde mutabık kalınarak 20 Ekim pazartesi günü Yunanistan'ın NATO askeri kanadına reentegrasyonu sonuçlandı. Bu konu tamamen askerler tarafından yürütüldü. Son formül metninin yazılmasını bile bize bırakmadılar. Bu sırada İlter de Strasbourg'da idi, oradan Brüksel'e geçecekti. Ona da Brüksel'e geçmeden geri dönmesinin bildirilmesi talimatı verildi." Kamuran Gürün, Fırtınalı Yıllar, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1995, ss.201-202. (Vurgular bana ait F.A.) 
Ufuk Güldemir ise, Kanat Operasyonu adlı kitabında konuya ilişkin olarak şunları yazmaktadır; "... Rogers'ın ısrarı üzerine başbaşa görüşme gerçekleşmiş, Evren'in 'Yunaistan'ın NATO'ya tam üyeliğini veto etmeyin' şeklindeki özel mesajı Rogers aracılığı ile Türk Delegesine iletilmişti. Olcay şaşırmış, ancak ülkesinin yönetim mekanizmaları arasında bir koordinasyonsuzluk olduğu izlenimini vermemek için sanki Evren ile Rogers arasında varılan karardan haberi varmış gibi davranmıştı. Toplantıdan çıkar çıkmaz hasta annesini ziyaret etmek üzere Cenevre'de bulunan Dışişleri Bakanı İlter Türkmen'i  aradı. Türkmen Türk vetosunun kalktığından haberdar değildi. Başbakan Bülent Ulusu da." Ufuk Güldemir, Kanat Operasyonu, Ankara: Tekin Yayınevi, 1985. .82.

Okunma 7033 kez
Yorum yapmak için oturum açın

Kitap-İçindekiler

Üye Giriş

üyelik