Rogers Planı ve Yunanistan'ın NATO Askeri Kanadına Dönüşü
  • Üyelik

TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ-SAEMK (65)

TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ

BY FUAT AKSU

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:25

KIBRIS SORUNU (devam)

Yazan

KIBRIS SORUNU
(devam)


1974 sonrası dönem, Türk - Yunan ilişkilerinde en yoğun olayların yaşanmış olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir yandan iki ülke arasında Kıbrıs konusundaki görüşmelerde belirgin bir sonuca ulaşabilecek ilerlemeler sağlanamazken, diğer yandan da iki ülke arasında artan güvensizliğe koşut olarak, Ege Denizi'nde yeni sorunlar ve bunların yaratmış olduğu gerginlikler yaşanmaya başlamıştır.

1974 sonrası dönemde, Kıbrıs sorunu, iki ülke arasındaki ilişkilerin temel dayanağını oluşturmaya başlamıştır. Türkiye, Yunanistan ile ilişkilerini sorunsuz bir temel üzerinde dostluk ve işbirliği düzeyine yükseltmeye çalışırken, dış politikasını Kıbrıs sorununun etkisinden kurtarmaya çaba göstermiştir. Özellikle askeri ve ekonomik açıdan Türkiye'nin ABD ve diğer önde gelen NATO üyesi ülkelere olan bağımlılığı ve ABD yönetiminin Türkiye'ye uygulamaya başlamış olduğu ambargonun Kıbrıs şartına bağlanmış olması, Türkiye'yi, uluslararası bağlantılarını oldukça güç şartlar altında yürütmeye zorlamıştır.

Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunması adada yaşayan iki toplumun birbirlerinden kesin olarak ayrılması ile sonuçlanmış ve Türk toplumu kendi ulusal yönetimini kurarak, Türkiye'nin etkin garantisi olmadan tekrar Kıbrıs Rum toplumu ile bir arada yaşayamayacaklarını açıklamışlardır. 1974 sonrası Türk - Yunan ilişkilerinde Kıbrıs sorununa ilişkin olarak yapılan bütün görüşmeler sırasında Kıbrıs Türk toplumunun temel yaklaşımı iki toplumlu, iki kesimli, Türk ve Rum toplumunun eşit haklara sahip oldukları ve Türkiye'nin etkin garantisinin bulunduğu bir federasyonun kurulması yönünde olmuştur. Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumu ise, görüşmeler sırasında Kıbrıs'ta Türklerin azınlık haklarının garanti altına alınmış olduğu bir üniter devletin kurulmasından yana politikalar izlemişlerdir.

1974 - 80 süreci içerisinde toplumlararası görüşmeler sırasında taraflar arasında sorunun esasından çözümlenmesini sağlayabilecek önemli bir gelişme sağlanamamıştır. Bununla birlikte, BM Genel Sekreteri'nin gözetiminde yürütülen  toplumlararası görüşmelere temel alınacak esasları belirlemek için biraraya gelen Denktaş ve Makarios 12 Şubat 1977'de dört maddelik bir taslak üzerinde anlaşarak toplumlararası görüşmelere başlamışlardır. Ancak, toplumlararası görüşmeler sürerken Ağustos ayında Makarios'un ani ölümü, bu görüşmelerin uzun süre aksamasına yol açmıştır. Kesilen toplumlararası görüşmeler, ancak Mayıs 1979'da Kipriyanu ve Denktaş arasında yapılan görüşmelerde, 1977'de Makarios ve Denktaş arasında üzerinde anlaşmaya varılan dört maddelik esasa dayanarak hazırlanan on maddelik memorandumun kabul edilmesiyle yeniden rayına oturtulmuştur. Ancak, taraflar arasında bu on maddelik esas üzerinde yapılan görüşmelerde özellikle Türk tarafının büyük önem verdiği güvenlik konusunda yorum farklılıkları çıkmış ve ilerleme sağlanamamıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak Kıbrıs konusunda tarafların yaklaşımları belirgin bir değişim göstermiştir. 1980'lere kadar Türkiye ve Yunanistan kendi aralarındaki ilişkilerde Kıbrıs konusunu ikincil planda tutarak, bu soruna BM Genel Sekreteri'nin gözetiminde bulunan toplumlararası görüşmelerle bir çözüm bulunması girişimlerini desteklemişlerdir. Türkiye, bu görüş üzerinde ısrarlı davranarak Kıbrıs konusunun iki ülke arasındaki diğer sorunlara çözüm bulunmasını güçleştiren etkisini ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan Mart 1978 Montrö zirvesi, bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcını oluştururken, aynı zamanda iki ülke arasındaki ilişkilerde diğer devletlerin etki ve beklentilerini değiştirmek açısından oldukça önemli bir yakınlaşma sağlamıştır. Gerçekten de Karamanlis ve Ecevit arasında sürdürülen görüşmelerde taraflar karşılıklı olarak birbirleri hakkında görüşmelere olumlu katkılarda bulunacak bir güven havasını sağlayabilmişlerdir.

Bununla birlikte, iki ülke arasındaki diğer sorunlarda olduğu gibi Kıbrıs sorununda da çözüme yönelik bir ilerleme sağlanamamıştır. Bu çözümsüzlük, özellikle adadaki her iki toplumun ulusçu yaklaşımlar çerçevesinde karşılıklı güvensizliklerini ve geçmişte yaşanan acı deneyimleri korumakta oluşlarından büyük ölçüde etkilenmektedir. Kıbrıs konusunda ulusal ve uluslararası kamuoyunun duyarlılık göstermekte oluşu, her iki toplum temsilcilerinin olduğu kadar belki de daha fazla Türkiye ve Yunanistan'daki karar alıcıların çözüme yönelik cesaretli kararları almalarını güçleştirmektedir.

1980 sonrası dönemde, Türk - Yunan ilişkileri içerisinde Kıbrıs sorunu bir uzlaşmazlık noktası olarak, iki ülke arasındaki gündemdeki yerini korumakla birlikte, ilişkileri gerginleştirecek sıcak bir çatışma noktası olmaktan uzaktır. Bir yandan Türkiye ve Yunanistan arasındaki diğer uzlaşmazlıklar üzerinde taraflar arasındaki görüşmelere uzun süre ara verilmiş olması, diğer yandan da toplumlar arasında sürdürülen görüşmelerden somut bir sonucun çıkmamış olması, bu konuda geleceğe yönelik beklentileri belirsiz kılmaktadır. Özellikle Yunanistan'da Papandreu liderliğindeki PASOK partisinin iktidara gelmesiyle başlaya Yunan dış politikasındaki yaklaşım farklılığı, Türk - Yunan sorunları üzerinde çözümsüzlüğün sürmesinde ve gerginliğin artmasında etkili olmuştur. [49]

1974'de Karamanlis'in liderliğinde Yunanistan'ın yeniden demokrasiye geçmesinden sonra Yunanistan ve Kıbrıs Rum liderliği arasındaki ilişkilerde belirgin bir çekimserlik yaşanmıştır. Bu dönemde Yunanistan'ın Kıbrıs konusundaki temel yaklaşımı, "Kıbrıs karar verir Yunanistan destekler" [50] şeklinde özetlenebilir. Oysa, 1981 seçimlerinde Papandreu liderliğindeki PASOK'un iktidara gelmesiyle, Yunanistan'ın Kıbrıs sorununa ilişkin politikasında belirgin bir değişiklik gözlenmiştir. Eskisinden farklı olarak, yeni Yunan hükümeti, Türk - Yunan ilişkilerinde Kıbrıs konusunu Ege sorunundan öncelikli olarak ele alırken, sorunun toplumlararası görüşmeler yoluyla değil, uluslararası konferans yoluyla çözümlenebileceği görüşünü ortaya atmıştır. Bu bağlamda Papandreu hükümeti, Türkiye ile ilişkilerin düzeltilebilmesi ve Kıbrıs sorununa çözüm sağlanabilmesi için, Kıbrıs'ta "işgalci" olarak nitelendirdiği Türk askeri varlığının geri  çekilmesini, bütün mültecilerin yurtlarına geri dönmelerine izin verilmesini, adaya yerleştirilen göçmenlerin Türkiye'ye geri gönderilmelerini, bütün Kıbrıslıların serbestçe dolaşımının sağlanmasını ve Kıbrıs'ın toprak bütünlüğünün, egemenliğinin, üniterliğinin garanti altına alınmasını önkoşul olarak ileri sürmüştür. [51]

Bütün bunlara karşın, Türkiye ise, Kıbrıs sorununa ilişkin olarak BM Genel Sekreteri'nin gözetimi ve iyi niyet girişimleri çerçevesinde yürütülmekte olan toplumlararası görüşmeleri desteklemektedir. Buna göre Türkiye, Kıbrıs'ta kalıcı ve adil bir çözümün sağlanabilmesi için ada Türklerinin temel hak ve özgürlüklerinin etkin garantilere bağlandığı, iki toplumlu, iki kesimli, bağımsız bir anayasal federatif devlet sistemini zorunlu görmektedir. Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorununa bulunacak çözümün yöntemi açısından çıkan görüş ayrılıkları aynı zamanda içerik açısından da söz konusudur. Yunanistan, özellikle Kıbrıs sorununa bulunacak olası bir çözümün Türkiye'nin etkin garantisini dışarıda bırakan, Kıbrıs Türk toplumuna ise azınlıklara tanınmış olan haklarla yetinmeyi öneren bir çözüm şeklinde ısrarlı bulunmaktadır.

Türk - Yunan ilişkilerinin genel yönelimi açısından Kıbrıs sorunu, artık bir egemenlik sorunu olarak algılanmaktan daha fazla, özellikle iki ülke arasındaki Ege Denizi'nde yaşanan diğer uzlaşmazlıklar göz önünde bulundurulduğunda, ulusal dış politika seçeneklerinin gerçekleşmesi açısından, stratejik ve taktik faktör olarak algılanmaktadır. Günümüz gerçekleri altında hem Türkiye hem de Yunanistan, Kıbrıs'ın bütününe sahip olmayı amaçlayan girişimleri gerçekleşebilir bulmamaktadırlar. Artık ne Türkiye ne de Yunanistan ada üzerinde kendi ulusal egemenliklerini kurabilmek gücü ve isteğinde değildir.

Türkiye, Yunanistan ile olan ilişkilerinde önceliği Ege Denizi'nde uzlaşmazlıklara neden olan konularda karşılıklı dengeyi kurma çabalarına vermektedir. Bu bağlamda, Türkiye için asıl sorun, Kıbrıs'ın Türkiye'ye ilhak edilmesi ve adada yaşayan Rum toplumunun baskı altında bulunması değil, Kıbrıs'ta süren gerginliğin diğer ikili sorunların çözümlenmesini güçleştirmekte oluşudur. Bu nedenle Türkiye, Kıbrıs sorununa adadaki Türk toplumunun çıkarları açısından bakmakta, onların istemleri doğrultusunda bir politika izlemektedir; Yunanistan açısından da benzer kaygıların yaşanmakta olduğu söylenebilir. Türkiye'nin aksine, Yunanistan için ilişkilerdeki öncelik, Kıbrıs'ta sağlanacak başarıya bağlıdır. Dolayısıyla, Kıbrıs sorununda sağlanacak ilerleme, aynı zamanda Türkiye ve Yunanistan arasındaki diğer sorunların çözümlenmesi yolunu da açmış olacaktır. Bu görüş  ayrılığı, Kıbrıs'ta kurulacak yeni dengenin niteliği konusunda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda ortaya çıkan kuşkular özellikle adada kurulacak olan dengenin ileride, bağımsızlıktan Yunanistan'la birleşmeye doğru bir eğilim göstermesi durumunda yeniden Türkiye ile gerginliğe yol açıp açmayacağı, ya da Türkiye'nin günün birinde şartları olumlu bularak Kıbrıs'ı bütünüyle işgal edip etmeyeceği konusunda yoğunluk kazanmaktadır.

Benzer kaygılar taşıyan Türkiye ve Yunanistan, Kıbrıs sorununa kalıcı bir çözüm bulunabilmesi için yapılan görüşmeler sırasında, karşılıklı olarak birbirlerine olan güvensizlikleri nedeniyle ileride kendi çıkarlarını tehlikede bırakabileceği endişesini taşıyan noktalarda katı tutumlarını korumaktadırlar, bu ise, çözümsüzlüğü artırmaktadır.

Gerçekten de, BM Genel Sekreterinin gözlemciliğinde ve iyi niyet girişimleri çerçevesinde yapılan toplumlararası görüşmeler sırasında en önemli görüş ayrılıkları, adadaki Türk toplumunun Rum toplumu ile eşit haklara sahip olması, üç özgürlükler ve Türk toplumuna tanınacak statünün Türkiye'nin etkin garantisine sahip olması gereği üzerinde çıkmaktadır. Adadaki Türk toplumu geçmişte yaşanan kötü deneyimlerin etkisi ile Rum toplumu ve Türk toplumu arasındaki güvensizliğin etkisinde bulunmakta ve Rumların tekrar Türk toplumu üzerinde baskı ve asimilasyon politikaları izlememeleri için Türkiye'nin etkin garantisini şart koşmaktadırlar. Rum toplumu ise, Türkiye'ye tanınacak böylesi bir hakkın bu ülke tarafından işgal amaçlı olarak kullanılabileceğinden endişe duymaktadır.

Toplumlar arasında karşılıklı güvensizliğe koşut olarak Türkiye ve Yunanistan arasında da güvensizliğin sürmekte oluşu, çözüme yönelik her türden girişimin sonuçsuz kalmasına neden olmaktadır. Fiili olarak Kıbrıs'ta yaşanan iki kesimli ve iki toplumluluk durumunun göstermiş olduğu gibi artık gelecekte bu iki toplumun üniter bir devlet çatısı altında bir arada yaşamaları pek olası görülmemektedir. Bu nedenle, hem Türk hem de Rum tarafı kendilerini bağımsız ve toplumların eşitliğine dayalı federasyon yapısına hazırlamak zorunluluğunu duymaktadırlar. Gerçekte, BM Genel Sekreteri tarafından 1985 yılında hazırlanan çerçeve anlaşma taslağı da benzer kaygıları dikkate alarak hazırlanmıştır, ancak bu taslak Kıbrıs Türk toplumu tarafından bütünüyle kabul edilebilir nitelikte bulunurken Kıbrıs Rum liderliği,  biraz da Yunanistan'ın baskılarından etkilenerek bu taslağı reddetmiştir.

1985 çerçeve anlaşma taslağının Kıbrıs Rum liderliği tarafından reddedilmesiyle kesilen toplumlararası görüşmelere 1988 yılında Denktaş ve Vassiliu arasında yeniden başlanması kararlaştırılmış, ancak 1990'lara gelindiğinde hala BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet girişimleri ve gözlemciliği çerçevesinde yürütülen toplumlararası görüşmelerden somut bir çözüm elde edilememiştir. Bu durum, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan çözümsüzlüğe bağlı olarak sürmekte ve giderek kanıksanmaktadır.

1990'lı yılların ikinci yarısı Kıbrıs'a ilişkin tartışmaların yoğunlaştığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde Kıbrıs'ta artık bir federal yapının kurulmasının mümkün olmadığı tezini işlemeye başlayan KKTC, buna karşılık konfederasyon tezini ileri sürmüştür. Uluslararası toplumda tanınmamasına karşın KKTC'nin Kıbrıs'ın geleceğini belirlemede eşit hak ve statüye sahip olma mücadelesi sürmektedir. BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet çabaları çerçevesinde yürütülmeye çalışılan diyalog süreci Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Kıbrıs Türkleri'ne eşit statü tanımakta isteksiz davranmaları ve Kıbrıs'ın tek yasal temsilcisi oldukları iddialarıyla sıklıkla kesintiye uğramaktadır.

Bu bağlamda BM çerçevesinde yürütülmekte olan görüşmelerden bir sonuç almanın henüz mümkün olmadığı son yıllarda Kıbrıs Rum Yönetimi'nin adanın geleceğini AB şemsiyesi altında görmeye yönelik bir politika izlemeye başlamıştır. 3 Temmuz 1990 tarihinde Kıbrıs Rum Yönetimi, AB Konseyi'ne başvuruda bulunarak tam üyelik isteğini dile getirmiş, Avrupa Birliği Komisyonu, Rum Yönetimi'nin başvurusunu Haziran 1993 tarihinde görüşmüştür. 1994 Haziran ayında Korfu'daki toplantıda Avrupa Birliği Hükümet Başkanları, Kıbrıs'ın, Birliğin gelecekteki genişleme aşamasında yer almasının uygun olacağında uzlaştılar, bu uzlaşı 1994 Essen Zirvesi'nde de teyit edildi. 1995  Şubat'ında ise Avrupa Birliği Komisyonu Kıbrıs'ın AB'ne giriş şartlarını taşıyıp taşımadığını yeniden gözden geçirdi. 6 Mart 1995 Bakanlar Konseyi kararına göre Kıbrıs ile üyelik görüşmelerinin 1996 yılı sonundaki hükümetler arası konferanstan 6 ay sonra başlayacaktı.

Diğer yandan, Luxemburg  Zirvesi ile Kıbrıs Rum Yönetimi'nin adanın tek temsilcisi olarak AB'ye tam üyeliğe aday ülke olarak kabul edilmesine koşut bir başka gelişmeden de söz etmek mümkündür. Bu da 1994 yılında Yunanistan'ın Kıbrıs Rum Yönetimi ile imzalamış oldukları Ortak Savunma Alanı Doktrini'dir. Bu doktrin çerçevesinde Yunanistan, adadaki Türk askeri varlığının 30.000'in üstüne çıkarılması halinde buna uygun önlemlerini arttırabilecek ve Kıbrıs Rum Toplumu'na yönelik herhangi bir müdahaleyi savaş nedeni olarak kabul edecektir. [52] Bu durum Türkiye'nin de Kıbrıs Türk Toplumu ile olan ilişkilerini arttırmasını gerektirmiştir.

Bu durum özellikle iki açıdan önemlidir; bunlardan ilki Kıbrıs'ın tek yasal temsilcisi ve meşru hükümeti olduğunun AB tarafından da kabul edilmesi ve dolayısıyla AB ile bütünleşecek bir Kıbrıs içerisinde fiili Enosis'e yol açabilecek bir sonuca ulaşmak, diğeri ise, bu şemsiye altında Kıbrıs'daki Türk toplumunu birliğin dışında tutarak azınlık statüsünü  ve AB güvenlik şemsiyesini kabule zorlamaktır [53]. Bu iki durumda da fili olarak Türkiye'nin Kıbrıs ile olan çıkar ve sorumluluklarını ortadan kaldırmak amaçlanmaktadır. Diğer  yandan, AB'nin Kıbrıs Rum Yönetimi ile üyelik görüşmelerini başlatma kararı KKTC'nin yeni bir yönelime girmesini gerektirmiştir. Denktaş'ın hazırlamış olduğu planda iki kesimli, iki toplumlu konfederasyon önerisi dile getirilmiş, böyle bir yapı içerisinde her iki toplumun da kendi anavatanlarıyla sıkı bağlar kurabilmelerinin mümkün olabileceği vurgulanmıştır. AB ile entegrasyon konusunda ise;

"Kıbrıs Konfederasyonu iki tarafın ortak mutabakatı olduğu taktirde, AB'ye katılım politikası izleyebilecektir. Türkiye'ye AB'ye tam üyeliği gerçekleşene kadar, özel bir düzenleme ile Kıbrıs Konfederasyonu'na ilişkin olarak AB üyesi ülkelere  tanınan tüm hak ve yükümlülükler aynen tanınacaktır." [54]
Kıbrıs'ın AB'ne tam üyelik başvurusunun değerlendirilmesi ve aday ülke hakkının tanınması, gerçekte Kıbrıs'ın statüsünü düzenleyen Zürih ve Londra Antlaşmaları'na bütünüyle aykırı bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi, bu antlaşmalara göre Kıbrıs Cumhuriyeti, garantör devletlerin üyesi bulunmadıkları ve onaylamadıkları herhangi bir ittifak ilişkisi içerisinde olamamaktadır. Bu bakımdan ele alındığında Türkiye'nin AB'ne tam üyeliği gerçekleşmeden Kıbrıs'ın AB'ne üyeliği söz konusu olamamaktadır. [55] Bununla birlikte, hukuki açıdan antlaşmalara aykırı olan bu durumdan doğan sakıncaları gidermek için Yunanistan'ın, Türkiye'nin AB'ne üyelik başvurusunu engellememek kararında olduğu 11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi'nde, Türkiye'nin aday ülke olarak davet edilmesine rıza göstermiştir. [56]Türkiye'nin AB'ye aday ülke olarak davet edilmesinin pazarlıklarının yürütüldüğü Helsinki Zirvesi'nde görüşmeler sürerken, eş zamanlı olarak, Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Klerides ile KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş arasında BM Genel Sekreteri tarafından organize edilen bir dolaylı görüşme süreci yaşanmıştır. Bu süreçte taraflar arasında sorunların görüşülmesini kolaylaştıracak ortak bir zemin arayışı söz konusu olmuş ve görüşmelerde konfederasyonun yanı sıra liderlerin ve halkların statülerinin eşitlenmesine yönelik nabız yoklamaları yapılmıştır. 
  
 

 

49- Karamanlis ve Papandreu Hükümetlerinin Türkiye'ye ilişkin dış politika davranışlarındaki farklılıklar konusunda bkz; V. Coufoudakis, "Greek-Turkish..," ; V. Coufoudakis, "Ideology and Pragmatism in Greek Foreign Policy," Current History, Vol. 81No. 479, December 1982, ss. 426-431; Jhon C. Loulis, "Papandreou's Foreign Policy," Foreign Affairs, Vol.63, No.2, Winter 1984/85, ss. 375-391; Marios Evriviades, "Greece After Dictatorship," Current History, November 1979, ss. 161-166; F. Stephen Larrabee, "Dateline Athens: Greece for Greeks," Foreign Policy, No.45, Winter 1981/82, ss. 158-175. 
50- V. Coufoudakis, "Greek-Turkish..," s. 206 
51- Bu konudaki tartışmalar için bkz; R. McDonald, The Problem..; A. J. Groom, "Cyprus: Back in Doldrums," (Fotokopi); A.J. Groom, "Cyprus, Greece and Turkey. A Treadmill for Diplomacy," (Fotokopi, Fransızcası için bkz; Ares, Vol.II 1984/85); A.J. Groom, "Cyprus: Light at the End of the Tunnel?" Millennium: Journal of İnternational Studies, Vol.9, No.3, 1981, ss. 245-257. 
52- Thanos Dokos, "Greek Security Doctrine in the Post-Cold War Era", Thesis, Summer 1998. 
 http://www.mfa.gr/thesis/summer98/security.htm B. Tarihi :02/03/1999. 
53- Erol Manisalı, Türkiye'nin Kıbrıs politikasındaki yaklaşımın artık konfederasyon olduğunu belirtirken bunun gerekçeleri üzerinde de durmakta ve şöyle demektedir; "İki devletli yapı içinde bir yakınlaşma, çözüm söz konusudur. Bunu kabul etmeyenler, adada barış değil, yeni ve büyük sorunların kışkırtıcılığını yapmaktadırlar. Bugüne kadar yürütülen federasyon çalışmaları, Avrupa Birliği-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üyelik görüşmeleri ile zaten anlamını tamamen kaybetmiştir. Öte yandan Rumlar, federasyonu görüşür 'görünürken', Türkiye'nin ve KKTC'nin altındaki zemini yavaş yavaş kaydırmaktaydılar. 1993'ten beri de Yunanistan ile GKRY arasında fiili bir askeri 'entegrasyon' uygulanmaktadır. Adada Yunan üsleri, ortak manevralar, adaya yığılan Yunan silahları herkesin gözü önündedir. 
 Adada bugün, A'dan Z'ye iki devlet, iki ayrı egemen yönetim bulunmaktadır. ... Varsayalım ki federasyon kuruldu ve federasyon AB'ye girdi. Türkiye'ye ve Kıbrıs Türklerine ne güvence verilirse verilsin bu federasyon AB içine girdikten sonra şunlar olacaktır: 1) AB hukuk düzenine göre artık AB Parlamentosu, AB Konseyi tek taraflı karar alıp, biz bu federasyonu Rumların talebi üzerine şöyle şöyle değiştirdik diyebilir. Çünkü artık, bu AB'nin, bir 'iç sorunudur', dışarıdaki Türkiye'nin bir şey söyleme, yapma hakkı yoktur. ... 2) AB içine girmiş bir Kıbrıs Federasyonu, artık, Türkiye ile bağları tamamen koparılmış bir devlettir. Türkiye adadan dışlanmış olacaktır. 3) Federasyonun bir ayağı olan Kıbrıs Türklerinin, AB içinde hiçbir hakları olamaz. Hakları olabilmesi için, KKTC'nin, bağımsız bir devlet olarak AB içinde yer alması gerekir. Olsa olsa, yalnızca 'azınlık hakları' olur, aynen Batı Trakya'daki Türkler gibi."Erol Manisalı, "Kıbrıs'ta Oynan Oyunlar", Cumhuriyet, 27 Ocak 1999, s. 10. 
54- Baçın Yinanç - Akay Cemal, "Konfederasyon Sürprizi", Milliyet, 1 Eylül 2000, s. 14; Sami Kohen, "Çözüm İçin Son Şans da Gitti", Milliyet, 1 Eylül 1998, s.16. Reşat Akar - Alper Ballı, "Kıbrıs'ta Konfederasyon",Cumhuriyet, 1 Eylül 1998, s. 8. 
55- Denktaş tarafından önerilen konfederasyon planı içerisinde yer alan "Kıbrıs konfederasyonu iki tarafın ortak mutabakatı olduğu takdirde AB'ye katılım politikası izleyebilecektir. Türkiye'ye AB'ye tam üyeliği gerçekleşinceye kadar özel bir düzenleme ile Kıbrıs federasyonuna ilişkin olarak AB üyesi ülkelere tanınan tüm hak ve yükümlülükler tanınacaktır" önerisi, Türkiye'nin izlemiş olduğu Kıbrıs'ın Türkiye'den önce AB'ye tam üye olamayacağına ilişkin politikasını değiştirdiğini göstermiştir. Türkiye, söz konusu öneride konfederal Kıbrıs'ın ancak belirli şartlarla kendisinden önce AB'ye tam üye olabileceğini bildirmiştir. "Entegrasyon Öncesi Son Adım", Cumhuriyet, 2 Eylül 1999, s. 9. 
56- Erol Manisalı'nın da belirttiği gibi, Türkiye, Ankara Antlaşması'ndan beri aday ülke statüsünde bulunmakta, bunun yanı sıra, 1995'den beri de Gümrük Birliği Antlaşması'nı kabul ederek Birlik ile bu anlamda sınırlarını kaldırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye'nin yeniden "aday ülke" olarak kabul edilmesi sürece ve yapılan antlaşmalara aykırı, zorlama bir yorum olarak kabul edilmektedir.

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:24

KIBRIS SORUNU

Yazan

KIBRIS SORUNU

 

Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasıyla, İngiltere'nin, Kıbrıs üzerindeki fiili egemenliği, hukuki bir dayanağa kavuşturulduktan sonra, Türkiye ve Yunanistan, bu statüye sadık davranışlar sergilemiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, Oniki Adaların Yunanistan'a verilmesiyle birlikte, Kıbrıs konusunda da bazı ulusçu beklentiler gündeme gelmiştir.

Savaşın sona ermesiyle birlikte, özellikle Kıbrıs Rum toplumu içerisinde İngiltere'den bağımsızlığın alınması ve Yunanistan'la birleşme yönünde tartışmalar yapılmıştır. Ancak, 1946-49 yılları arasında Yunanistan'da yaşanan iç savaşın yaratmış olduğu karmaşa ve İngiltere'nin ekonomik, siyasi ve askeri yardımlarının Yunanistan üzerinde yaratmış olduğu bağımlılık ilişkisi, Yunanistan'ın bu tür ulusçu beklentileri desteklemesini engellemiştir. Gerçekten de, Yunanistan, 1950 yılı başlarına kadar Kıbrıs Rum toplumu liderleri tarafından yöneltilen isteklere karşı soğuk davranmışlardır. Hatta, General Plastiras Hükümeti, 1950 yılında Kıbrıs'ta yapılan halkoylamasını kabullenmekten kaçınmış ve bu durumun Yunanistan ile İngiltere arasında yakınlaşmayı sekteye uğratacağından çekinmiştir. 1950 Haziranında ise, G. Papandreou, "Bugün Yunanistan biri İngiltere diğeri ABD olan iki ciğerle nefes almaktadır. Bu nedenle, Kıbrıs konusu yüzünden nefessiz kalarak boğulmaya dayanamaz" diyerek, benzer bir kaygıyı dile getirmiştir. [38]

Bu yaklaşım çerçevesinde, 1951 yılında Makarios'un Kıbrıs konusunu BM'e götürmek için yapmış olduğu girişimler, Yunanistan tarafından hoş karşılanmamış ve Makarios'un ısrarlı tutumu karşısında Yunanistan, bu yöndeki bir girişimin başarısız kalacağı ve kendisinin de Kıbrıslılar ve diğer insanlar karşısında saygınlığını yitirebileceğini bildirmiştir.[39]

Diğer yandan, 1951 yılında Yunanistan'da Kıbrıs konusunda kamuoyu giderek artan bir ilgi ile hükümet üzerinde baskı yapmaya başlamış ve sonunda General Plastiras bu konuda bazı girişimler yapmak zorunda kalmıştır. Kıbrıs konusunun BM'e götürülmesi hazırlıkları sürerken, İngiltere'nin bu konuda görüşmelerde bulunmak istemesi ile, Yunanistan'ın Kıbrıs konusundaki girişimleri hızlanmaya başlamıştır. Yunanistan'da S. Venizelos'un yapmış olduğu bir açıklama, bu konuda resmi politikaların artık değişmiş olduğunun göstergesi olmuştur. S. Venizelos'un bir İngiliz bakanının, "hiç bir Yunan hükümetinin şimdiye kadar Kıbrıs konusunda resmi iddialarda bulunmamış olduğunu " açıklamasına tepki olarak, yapmış olduğu açıklamaya göre,

"1912'den beri, Yunanistan'da her Yunan hükümeti açıkça Kıbrıs ve Yunanistan'ın birleşmesi isteğini dile getirmiştir. Bu konudaki eksiklikler ise İngiltere'nin davranışları ve Yunan hükümetlerinin, sorunu zamanı geldiğinde barışçıl yollardan çözümlemek için bekleme taktiklerinden kaynaklanmıştır. Yunan hükümetlerinin Kıbrıs sorununa ilişkin yaklaşımları üzerinde olası şüphelerin giderilmesi için, (...) Yunan halkı gibi Parlamento da Kıbrıs'ın anavatan Yunanistan'la birleşmesi yönündeki Yunanistan'ın istemleri daima var olmuştur ve bu istek, Yunan halkının olduğu kadar bütün Kıbrıslıların ateşli arzularını yansıtmaktadır." [40]
Yunanistan'ın Kıbrıs'a ilişkin politikasının değişmesiyle birlikte bu ülke ile İngiltere arasında 1955'lere kadar süren bir görüşme süreci yaşanmıştır. İki ülke arasında, Kıbrıs konusunda görüşmeler sürerken İngiltere ve ABD'nin Ortadoğu'daki savunma ve işbirliği çabaları içerisinde Yunanistan ve Türkiye arasında ilişkiler sağlamlaştırılmaya çalışılmıştır.Yunanistan'ın, Kıbrıs politikasında yaklaşımlarını değiştiren bir faktör ise, Türkiye'nin uzun süre bu sorunu İngiltere'nin bir iç sorunu olarak değerlendirmiş olmasının yaratmış olduğu cesaretlendirici ortam olmuştur. Gerçekten de, 1954-55 yılları arasında Yunanistan'ın Kıbrıs üzerindeki istemleri resmiyet kazandıkça ve İngiltere'nin de ada üzerindeki egemenliğinden vazgeçebileceği olasılığı arttıkça Türkiye, sorunla ilgilenmeye başlamıştır. Bu ilgilenme, biraz da Kıbrıs Türk toplumunun baskıları ve konunun, ulusal basın ve kamuoyu tarafından ilgi ile karşılanmış olmasından kaynaklanmıştır. Türkiye, genel olarak, adadaki İngiliz egemenliğinin devam ettirilmesi yolunda bir dış politika izlemekle birlikte, giderek, adanın gelecekteki statüsünün tartışılmaya başlanması ile birlikte, Lozan Antlaşması'nın 16. maddesine dayanarak, gelecekteki statüsünün belirlenmesinde bir taraf olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya atmıştır.

"1954 yılında Yunanistan'ın sorunu Birleşmiş Milletler'e getirme çabaları yoğunluk kazanmaya başladığında, Türkiye de sorunla resmen ilgilenmek gereğini duymaya başlamıştır. Türkiye'nin Atina Büyükelçisi Yunan Hükümeti'ne, Türkiye'nin adadaki statünün korunmasından yana olduğunu, eğer adanın geleceğine ilişkin herhangi bir çaba göstereceklerse bu konuda Türkiye'nin de bir taraf olarak görülmesi  gerektiğini ve sorunu Birleşmiş Milletler'e götürmenin Türk-Yunan ilişkilerini olumsuz yönde etkileyeceğine inandığını iletmiştir." [41]
1954 yılında Yunan hükümetinin Kıbrıs konusunu Birleşmiş Milletlere götürerek self-determination (kendi kaderini tayin hakkı) hakkının tanınmasını isteyeceğini açıklaması, Türkiye'nin, görüşlerini açıkça belirtmesini gerektirmiştir. Nitekim, Türkiye'nin görüşlerini açıklayan F. Köprülü'nün belirttiğine göre;"İngiliz egemenliği altındaki Kıbrıs konusunda Yunan liderleri ile asla görüşmeler yapılmadı ve konunun Yunanistan ile görüşülmesi uygunsuz bir davranış olacaktı. Türkiye için 'Kıbrıs sorunu' bulunmamaktadır; ancak günün birinde adanın geleceği İngiltere ile görüşülecek bir konu olarak ortaya çıkarsa, adada yaşayan büyük orandaki Türk azınlığın varlığı Türkiye'ye konu üzerindeki görüşlerini açıklama hakkı verecektir. Bununla beraber Türk hükümetinin görüşüne göre adanın bugünkü statüsünde bir değişikliğin yapılması uygun değildir." [42]
Yunanistan'ın, 16 Ağustos 1954 tarihinde, konuyu BM'e götürmesi ve ardından da istediği sonucu elde edememesi, Kıbrıs konusunun uluslararası boyutlarını ortaya çıkarırken, Kıbrıs ve Yunanistan'da İngiltere karşıtı bir kamuoyunun oluşmasına neden olmuştur. 1955 yılında ise, İngiltere, Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak, taraflar arasında Londra'da bir görüşme yapılmasını önermiş ve Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında Londra'da bir konferans toplanmıştır. Tarafların resmi görüşlerinin belirginlik kazanmış olduğu bu toplantı sürerken Türk-Yunan ilişkileri açısından oldukça olumsuz etkiler yaratacak olan 6 Eylül olayları yaşanmıştır.1955-60 süreci, bir yandan, taraflar arasında Kıbrıs'ın geleceğine ilişkin  görüşmelerin yapıldığı, diğer yandan ise, adadaki toplumlar arasında da görüş ayrılıklarının yaşanmaya başlandığı bir olaylar zinciri oluşturmuştur. Adada İngiliz egemenliğine karşı başlamış olan şiddet eylemleri, Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması çabalarına en önemli engel olarak görülmeye başlanan adadaki Türk toplumuna da yönelik olmaya başlamıştır.

"Kıbrıs'da yoğun gerginliğin sonucu olarak 1958 yılında meydana gelen kanlı toplumlararası çatışmalar, Kıbrıslı Rumlar'ın mücadelesinin amacı olan İngilizlerin Ada'dan çıkarılması sorununu ikincil plana iterek Kıbrıs sorununun niteliğini sömürge sorunu halinden Türk-Yunan sorununa dönüştürülmesi sürecini tamamlamıştır." [43]
1959 yılında ise, uluslararası sistemdeki bölgesel olayların müttefikler arasındaki  işbirliği ve dayanışma çabalarını gerektirmesi, ABD ve NATO'nun baskılarıyla;"Türkiye ve Yunanistan ikili müzakerelere girişmişler ve iki devletin başbakanları arasında 5-11 Şubat 1959'da Zürih'de yapılan görüşmelerde bağımsız bir 'Kıbrıs Cumhuriyeti' kurulmasına karar verilerek, bu bağımsız devlet içinde 'Kıbrıs Türk Toplumunun' hürriyet ve yaşama haklarını garanti altına alan anayasa esasları ile, diğer ilgili anlaşmalar tespit edilmiştir. Bu anlaşmalar, 19 Şubat 1959'da Londra'da, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile Kıbrıs Türk ve Rum toplumları temsilcileri tarafından imza edilmiştir." [44]
1960 yılında, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmasından kısa bir süre sonra, adada Rum toplumunun Türk toplumu üzerinde oluşturmaya başladığı baskılar ve anayasal haklardan yararlandırmama girişimleri, toplumlar arasında yeni gerginliklerin yaşanmasına neden olmuştur. 1963 ve 1964 yıllarında ise, adadaki toplumlar arası çatışmalar hızlanmış ve giderek Türk azınlığın yok edilmesi çabalarına dönüşmüştür. Türk toplumuna yönelik saldırıların artması ve anayasal düzenin getirmiş olduğu hakların uygulanmaması, Türkiye'nin tepkisine neden olmuştur. 1964 yılı, bu bağlamda hem Türk-Yunan ilişkilerinde getirmiş olduğu değişiklikler, hem de Türk dış politikasında yaratmış olduğu etkiler bakımından oldukça önemli bir yıl olmuştur.1963 ve 1964 yıllarında, Kıbrıs Türk toplumu üzerinde yoğunlaşan baskılar ve saldırılar, Türkiye'yi garantörlük sıfatını kullanarak Kıbrıs Türklerine yapılan saldırıları durdurmak için girişimlerde bulunmaya zorlamıştır. 1963 Aralığında, Kıbrıs Türk toplumuna yöneltilen saldırıların bir katliama dönüşmesi üzerine, Türkiye, caydırıcı askeri önlemler almak gereğini duymuş ve Türk savaş uçakları ada üzerinde uçmaya başlamışlardır. 1964 yılı içerisinde, Garanti Antlaşmasını imzalayan devletler biraraya gelerek durumu görüşmüş, ancak, Londra'da yapılan görüşmelerden somut bir sonuç elde etmek mümkün olmamıştır. Bu arada, Makarios yönetiminin Yunanistan'daki G. Papandreu hükümetinden destek alarak Kıbrıs'ta Türk ve Rum toplumları arasında denge ve statüyü kuran Zürih ve Londra Antlaşmalarını tanımama yaklaşımı sergilemesi ve ittifak Anlaşmasını feshetmesi, yeni bir gerginlik oluşturmaya başlamıştır. Makarios yönetiminin Yunanistan'ın da desteğini sağlayarak adanın statüsünü değiştirmeye çalışması giderek Kıbrıs Rumlarının hızlı bir silahlanma içerisine girmelerine yol açmıştır. Bu durum adadaki Türk ve Rum toplumları arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine yol açarken Türkiye ve Yunanistan arasında da sertliklere neden olmuştur.

Bu gerginliklerin artmasıyla birlikte Türkiye, 1964 yılı ortalarında adaya askeri müdahalede bulunma kararı almak zorunluluğunu duymuştur. Ancak, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin Kıbrıs nedeniyle çıkabilecek bir savaş sonucunda bozulabileceği ve bunun genelde Batı-NATO, özelde ABD çıkarları üzerinde yaratacağı olumsuz etkilerden çekinen ABD, Türkiye'nin bu kararını oldukça sert bir tepki göstererek engellemiştir. Tarihe ünlü "Jhonson Mektubu" olarak geçen ABD'nin Türk müdahalesini engelleme girişimi, Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesini önlemekle beraber, Türk-ABD ilişkilerinde oldukça önemli bir güvensizliğin ve hayal kırıklığının yaşanmasına ve Türk dış politikasında yön değişikliğine gidilmesine yol açmıştır.

ABD'nin Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesini önlemesinden sonra Türkiye ve Yunanistan arasında ikili ilişkilerde yeni bir yaklaşım havası  belirmiştir. Yunanistan'daki iktidar değişikliğinin de etkilemiş olduğu bu durum kısa sürmüş ve 1967 yılı geldiğinde Kıbrıs'ta Türk  toplumuna karşı yürütülen katliamlar ve baskılar yeniden başlamıştır. 1964 yılından itibaren Makarios yönetimi ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin Enosis'e yönelik dayanışma ve işbirliğini artırmış olması, Kıbrıs'ın Yunanistan tarafından hızla silahlandırılması sonucunu doğurmuştur. Nitekim, bu işbirliğinin bir sonucu olarak Yunanistan, General Grivas komutasında 20000 Yunan askerini gizlice Kıbrıs'a göndermiş, ayrıca Kıbrıs Rum Muhafız Ordusunu silah ve askeri gereksinimler açısından güçlendirmiştir.

1967 yılında Yunanistan'da askeri cuntanın iktidara gelmesiyle birlikte, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusunda görüşmelere yeniden başlanmış, ancak bu görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Gerçekte, cunta yönetiminin Türkiye ile Kıbrıs konusunda başlatmış olduğu görüşmeler, Yunanistan'ın Türkiye'ye bazı ödünler vererek Enosis'i gerçekleştirmek istemesinin bir sonucudur; askeri yönetim Kıbrıs'ta Türk toplumuna bazı azınlık hakları vererek, adada Türkiye ve NATO için askeri üsler vererek ve Batı Trakya'da Türkiye lehine bazı düzenlemeler yaparak Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleşmesini sağlamaya çalışırken Yunanistan'da askeri yönetime karşı oluşmaya başlayan olumsuz yaklaşımlar karşısında ulusal saygınlık kazanma çabası içerisinde olmuştur. Türkiye ve Yunanistan arasında, 9 Eylül'de Keşan'da, 10 Eylül'de Dedeağaç'da yapılan görüşmeler sırasında Türkiye'nin kararlı tutumunu koruyarak Yunanistan'ın Enosis isteklerine karşı çıkmasından sonra, Aralık ayı içerisinde Türk-Yunan ilişkilerini gerginleştiren yeni olaylar yaşanmıştır. Kıbrıs Türk toplumuna yönelik kitlesel katliam türünden saldırılar karşısında Türkiye harekete geçerek Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan'a, Türk toplumuna yönelik saldırılar durdurulmadığı, adadaki gizlice yerleştirilmiş bulunan Yunan kuvvetleri geri çekilmediği takdirde, anlaşmalardan doğan haklarını kullanarak askeri müdahalede bulunacağını açıklamıştır. Yapılan arabulucu girişimler sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaşa yol açabilecek bunalım hafifletilmiş ve daha sonra Aralık ayı başlarında varılan anlaşma ile Kıbrıs'a gizlice ve anlaşmalara aykırı olarak yerleştirilen Yunan kuvvetleri adadan ayrılmış, Türkiye ise, Kıbrıs'a müdahalede bulunma hazırlıklarını durdurmuştur.

Türkiye ve Yunanistan arasında başlayan yeni ilişkiler Kıbrıs konusunda ılımlı bir iyimserliğin doğmasına yol açmıştır. 1968 yılından itibaren iki ülke arasında görüşmeler yeniden başlarken Kıbrıs'ta da 1974 yılına kadar devam edecek bir sessizlik dönemi başlamıştır. Böylesi bir gelişmenin yaşanmasında, 1963-64 ve 1967 yıllarında yaşanan saldırılar sonrasında, Kıbrıs Türk toplumunun saldırılara karşı koyabilmek amacıyla bir arada yaşamaya başlamış olmaları, 1967 bunalımı sonrasında ise, kendi yönetimsel yapılarını geliştirmeye başlamış olmasının rolü büyüktür.

Kıbrıs konusunda Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerginliğin azaltılması sonrasında başlatılan görüşmelerle birlikte açılan yeni süreç, Kıbrıs'ın "Enosis" yoluyla Yunanistan'a bağlanması girişimlerini bir süre için askıda bırakmıştır. 1960'ların sonlarına doğru Kıbrıs Rum Yönetimi, giderek Yunanistan'dan bağımsız bir politika izlemeye başlamıştır. Yunanistan'da askeri yönetimin iç ve dış politikada izlemekte olduğu çizginin hem ulusal hem de uluslararası alanda tepki görmeye başlaması ve halktan kopuk bir yönetimin baskı ile iktidarda kalması, Kıbrıs Rum yönetiminin Yunanistan'la ilişkilerini yeni bir düzeye oturtmasında etkili olmuştur. Makarios yönetimi  giderek daha çok Kıbrıs'ın bağımsızlığı fikrine ağırlık vermeye başlamış ve Bağlantısız ülkelerle kurmuş olduğu ilişkilerini artırmaya başlamıştır.

1974 yılına kadar devam eden gelişmeler, 1974 Haziran ayında ortaya çıkan yeni olaylarla, bir anda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri yeniden savaş ortamına sürüklemiştir. 1974 Haziranında Yunanistan'daki askeri cuntanın desteği ile harekete geçen EOKA örgütü ve Kıbrıs Rum Ulusal Muhafız Gücü içerisindeki Yunan subayları, Makarios yönetimine karşı gerçekleştirmiş oldukları bir darbe ile iktidara Nikos Sampson'u getirmişler ve Enosis'i gerçekleştirme çabaları için gereken ilk adım atılmıştır.

Kıbrıs'ta, Yunanistan'ın desteği ile gerçekleştirilen bu darbe, Türkiye'nin tepkisini çekmiş ve Türkiye, anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirerek, adadaki Türk toplumunun saldırılardan korunması ve Enosis'in gerçekleşmesini önlemek için garantör devletlerle yapmış olduğu bir dizi görüşmeden sonra, 20 Temmuz 1974'de  Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunmak gereğini duymuştur.

Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalesinin iki aşamalı olması, uluslararası kamuoyunda kimi kuşkuların yaşanmasına neden olmuştur.

"Birinci çıkarma sonrasında Türk tezi 'eski durumun yeniden tesisi için Garanti Antlaşması'nın kendisine tanıdığı hakları kullanma' temeline dayanmıştır. Buna dayanılarak gerçekleştirilen harekat sonucunda Cenevre görüşmelerine katılan Türkiye, iki toplumun ayrı birer gerçeklik olduğunu, bu temel üzerinde federal devlet biçiminde anlaşılabileceğini savunmuştur. Sonuçta Cenevre görüşmeleri çıkmaza girmiş ve Türkiye Silahlı Kuvvetleri ikinci operasyonla adanın yaklaşık % 30'luk bir bölümünü denetimi altına almış, savunduğu tezlerden 'iki bölgeli federasyon' için gerekli şekil şartını sağlamıştır. Bu dönemden itibaren Türk tezi harekat öncesi hukuki yapının değiştirilmesi üzerine kurulmaya başlamıştır." [45]
Türkiye tarafından gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı'nın birinci evresinin taraflar arasında sağlanan ateşkes ile bitmesiyle, taraflar, sorunun çözümlenmesi ve gerginliğin giderilmesi için karşılıklı görüşmelere başlamıştır. Bu görüşmeler sırasında Türkiye, Yunanistan'a  sorunun çözümüne ilişkin olarak kantonal bir yapıyı oluşturacak bir öneride bulunmuş ancak bu öneri kabul edilmemiştir. (1978'de Karamanlis ve Ecevit, Montrö'de biraraya geldiklerinde Karamanlis, Türkiye'nin kantonal formül önerisinin kendisine iletilmediğini açıklamıştır.)Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalesi, Yunanistan'la doğrudan doğruya bir savaş olasılığını beraberinde getirmiştir. Kıbrıs'ta  Yunan askeri cuntasının desteği ile gerçekleşen darbe sonrasında Yunanistan'da tam bir panik yaşanmıştır. Askeri cunta, Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahale etmesiyle düşmüş olduğu başarısızlığın etkisiyle kendiliğinden dağılmış ve Yunanistan'da Karamanlis'in liderliğinde ulusal birlik hükümeti kurulmuştur.

Yunanistan'da demokrasi yeniden kurulmuş, ancak Başbakan Karamanlis'in liderliğinde kurulan yeni Yunan hükümeti sadece Kıbrıs üzerinde yeni bir bunalımla karşı karşıya kalmamış; "1922'den beri ilk kez gerçek bir Türk - Yunan savaşı (tehlikesi ile)" karşılaşmıştır. [46] Bununla birlikte, Yunanistan, Garanti Antlaşması'na dayanarak İngiltere ile birlikte ortak müdahalede bulunmak önerisinde bulunmuş ve İngiltere'den Girit'te toplanacak olan tank ve ağır silahların Kıbrıs'a götürülmesi için gerekli olan hava desteğini sağlaması istenmiştir. Ayrıca, Karamanlis, Savunma Bakanı E. Averoff ile birlikte, bu kuvvetlerle beraber Kıbrıs'a gidecekleri açıklamasını yapmıştır. Ancak İngiltere Başbakanı H. Wilson, öneriyi değerlendirmek için süre istemiş ve bu arada ateşkes ilan edilmiştir. Böylece İngiltere'nin hava desteği olmadan Yunanistan'ın Kıbrıs'a yardım göndermesi gerçekleşememiştir. [47]

Birand'ın belirttiğine göre,

"Yunanistan'da Karamanlis, ilk harekatın sorumluluğunu Albaylar Cuntası'na yüklemişti, ancak ikincisi bu kez bütünüyle kendisine karşı yapılacaktı. (...) Amerikan Büyükelçisi Tasea ile konuşuyor ve Washington'un Türkleri durdurmasını bekliyordu. Tasea'ya 'Yunanistan'da demokrasinin yeniden çökmesinin sorumluluğu size ve NATO'ya ait olacaktır,' demişti." [48]
Kamuoyunun büyüyen öfkesi karşısında Karamanlis, Yunanistan'ın hava ve deniz kuvvetlerinin Kıbrıs Rum toplumunun yardımına gitmesini önermiş, ancak bu öneri Yunan Genel Kurmayı tarafından gerçekleştirilebilir bulunmamış, İngiltere ile birlikte ortak müdahale ise İngiltere'nin desteğini sağlayamamıştır. ABD ve NATO'nun, Türkiye'nin birinci müdahalesini olumlu bir yaklaşım içerisinde karşılamış olmaları, Yunanistan'da hayal kırıklığı yaşatmıştır. Bütün bu gelişmeler sonrasında Yunanistan, NATO askeri kanadından ayrıldığını açıklamıştır.1974 Kıbrıs bunalımı, Türkiye ve Yunanistan'ın karşılıklı olarak birbirleriyle olan ilişkilerini etkilediği kadar, aynı zamanda, bu ülkelerin uluslararası ilişkilerini de değişikliğe uğratmıştır. Gerçekten de, Türkiye açısından Kıbrıs konusu, uluslararası ilişkilerinde değişmez gündem maddesi haline gelirken, sorunun görüşmelerle adil ve kalıcı bir sonuca bağlanamaması ve ABD ile olan ilişkilerinde Kıbrıs nedeniyle silah ambargosunun yaratmış olduğu olumsuzluklar, Türkiye'nin dış politikada hareket serbestisini kısıtlamıştır. Yunanistan açısından ise, Kıbrıs konusu, bir ulusal saygınlık sorunu olarak kabul edilmiş ve olayın bütün sorumluluğu ABD ve NATO'ya yüklenmeye çalışılmıştır.

Yunan askeri cuntasının Kıbrıs'ta giderek daha bağlantısız bir politika izlemeye ve Yunanistan'dan uzaklaşmaya başlayan Makarios yönetiminin aynı zamanda SSCB ile ilişkilerini yakınlaştırmak isteğinde oluşundan endişelenerek CIA ile darbe konusunda işbirliği içerisinde olduğu kuşkuları, 1967 darbesinden de sorumlu tutulan ABD'ye yönelik karşıtlığı artırmıştır. ABD karşıtlığı ve NATO'nun, iki müttefik ülke arasında bir uzlaşmazlığın savaşa yol açması olasılığı karşısında yeterince kararlı davranmadığına olan inanç, Yunanistan'ın askeri açıdan ilişkilerini gözden geçirmesini gerektirirken, siyasi açıdan da Yunanistan'da demokrasinin bir kez daha askıya alınmaması için Batı Avrupa ile olan ilişkilerin artırılması kararlaştırılmıştır. 
  
  
 


38- Pantazis Terlexis, Greece's Policy and Attitude Towards the Problem of Cyprus, New York: N.Y. University, 1968, s. 91. 
39- Pantazis Terlexis, Greece's Policy .., s. 91 
40- Pantazis Terlexis, Greece's Policy .., ss. 96-97. 
41- Faruk Sönmezoğlu, "Kıbrıs Sorunu'nda Tarafların Tutum ve Tezleri," Türk Dış Politikasında Sorunlar, Der. Esat Çam, İstanbul Der Yay. 1989, s. 96 
42- P. Terlexis, Greece's Policy .., ss. 159-160. 
43- Andreas Mavroyiannis, "Kıbrıs Sorunu'nun Türk-Yunan İlişkilerine Etkisi," Türk-Yunan Uyuşmazlığı, Der. Semih Vaner, İstanbul: Metis Yayınları, 1989, s. 131. 
44- Fahir Armaoğlu, 20. yy Siyasi Tarihi, Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1983, s. 533. 
45- F. Sönmezoğlu, "Kıbrıs Sorununda..," ss. 109-110. 
46- Van Coufoudakis, "Greek-Turkish Relations 1973-1983: the View from Athens," International Security, Vol.9, No. 4, Spring 1985, s. 197. 
47- Bkz; Robert McDonald, The Cyprus Problem, London: IISS Adelphi Paper Series 234, Winter 1988/89, s. 85. 
48- Mehmet Ali Birand, Diyet, İstanbul: Milliyet Yay. 1985, s. 22.

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:23

AZINLIKLARA İLİŞKİN SORUNLAR (devam)

Yazan

AZINLIKLARA İLİŞKİN SORUNLAR
(devam)


Bütün bunlardan sonra, iki ülke arasında bir diplomasi savaşı yaşanmış ve karşılıklı suçlamalar birbirini izlemiştir. Türkiye Yunanistan'ı Batı Trakya Türk azınlığının Lozan Antlaşması'ndan ve diğer uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan haklarını ihlal etmekle suçlamış ve olaylar sırasında Yunan resmi makamlarının  saldırılar karşısında ilgisiz kalmalarını kınamış; Yunanistan da, Türkiye'yi azınlıklar konusunda kışkırtıcı davranmakla ve iç işlerine karışmakla suçlamıştır. Ayrıca Türkiye, yapmış olduğu açıklamada, yargılama olayının haksız olduğu ve mahkemenin siyasi bir amaç doğrultusunda davrandığını; söz konusu olayın ulusal sınırları ve ülke içindeki kanunları aşarak, uluslararası endişe duyulmasına neden olan bir insan hakları sorunu olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmüş ve tutukluların serbest bırakılmasını istemiştir. Yunanistan ise bu suçlamaları reddetmiştir.

Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı temsilcilerine yöneltilen suçlamalar ve yargılanma şekillerinin yanı sıra, Gümülcine'de azınlık üyelerine yönelik saldırılar ve bu saldırılara ilişkin olarak hükümetin izlemiş olduğu yaklaşım, Yunan basın ve kamuoyunun yoğun tepkisini çekmiş, Yunanistan'da görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.

Kamuoyu ve basının konu üzerinde yoğun bir ilgi ile durması, iki ülke arasında azınlıklara yönelik uygulamalar konusundaki karşılıklı suçlamaları arttırmış ve bunun sonucunda Yunanistan, olayların çıkışı ve gelişmesinden Türkiye'nin Gümülcine'de Başkonsolosunu (Kemal Gür) sorumlu tutmuş ve istenmeyen kişi ilan etmiştir. Bu durum karşısında Türkiye de, karşılık olarak, Yunanistan'ın İstanbul Başkonsolosunu istenmeyen kişi ilan ederek iki ülke arasında gerginliğin artmasından Yunanistan'ın sorumlu olduğunu ileri sürmüştür.

Son olaylar sırasında Yunan ulusal kamuoyu ve basını, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığına ve genel olarak, tüm Batı Trakya'ya yönelik olarak hükümet ve siyasi partilerin izledikleri politikaları değiştirmeleri gerektiği konularında yoğun tartışmalara girerken, bölgenin ekonomik yönden kalkındırılması konusunda fikir birliğine varılmış ve azınlıklara uygulanan ayrımcı yaklaşımlara son verilmesi istenmiştir.

Türkiye ve Yunanistan arasında azınlıklara ilişkin karşılıklı suçlamalar sürerken Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığına yönelik uygulamalar Helsinki Watch (Uluslararası İnsan Hakları Helsinki İzleme Komitesi) tarafından gündeme alınmış ve Yunanistan'daki incelemeler sonucunda bir rapor hazırlamıştır.

Helsinki Watch'ın hazırlamış olduğu rapor sonucunda Yunanistan'a Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığa karşı izlemekte olduğu politikalar konusunda bazı tavsiyelerde bulunulmuştur. Buna göre;

Türk azınlık varlığının kabul edilerek, onlara diğer Yunan yurttaşlarının sahip olduğu bütün medeni ve siyasi hakların tanınması; bu onların kendilerini, topluluklarını ve okullarını "Türk" olarak adlandırma hakkını da içermelidir.Türk azınlığın; yurttaşlık hakkını kaybetmeden Yunanistan'dan ayrılma ve geri dönme özgürlüğüne uyulması; Yunanistan içerisinde hareket özgürlüğüne uyulması;

Türk azınlığın; toprak ve ev alım-satımı, okullar, camiler inşa etmek, onarmak ve genişletmek konularında politikada ve uygulamada eşit haklara sahip olduklarının garanti edilmesi;

Türk azınlığın; radyo, televizyon ve Türkiye'den gelen yayınları kapsar şekilde ifade özgürlüklerine uyulması; yerel Türk azınlık basını üzerindeki baskılara son verilmesi;

Türk azınlığın; Yunan otoritelerinin tacizlerini kapsar şekilde aşağılanması uygulamalarını yasaklayan uluslararası anlaşmaların yürürlüğe konulması;

Türk azınlığın, müftü seçimi ve dinsel gelirlerinin kontrolünü içeren, dini özgürlüklerinin sağlanması;

Türk azınlığın; okullarını onarmak, genişletmek, inşa etmek, Türkçe konuşan öğretmenler tayin etmek, ve günün koşullarına uygun okul kitaplarını sağlamak ve kullanmak haklarına uyulması; Yunan Hükümetine tavsiye olunmuştur. [30]
Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığa yönelik saldırıların yaratmış olduğu gerginlik, azınlıklar ile Yunanlılar arasındaki ilişkileri güvensizlik temeline oturturken ve Türkiye ile Yunanistan arasında karşılıklı suçlamalara yol açarken, bir başka sorun daha gündeme yerleşmiştir; bütün bu olaylar olurken, İskeçe Müftüsü Hilmi Aga'nın ölümüyle yerine oğlu Mehmet Aga'nın atanması, azınlığın yoğun tepkisine neden olmuş ve anlaşmalardan kaynaklanan haklarını kullanarak kendi müftülerini kendilerinin seçeceklerini, atamayı tanımayacaklarını belirtmişlerdir.Azınlıklar konusunun ulusçu yaklaşımları artırmakta oluşu, bu konuda görüş birliğine varılmasını zorlaştırmıştır. Yunanistan'da egemen olan yaklaşım, azınlıkların diğer Yunan vatandaşlarına tanınan temel haklardan yararlanabilmelerinin sağlanması ve Batı Trakya'da acil ekonomik yatırımların yapılarak bölgenin kalkındırılması yönündedir. Etnik kimlik konusunda gösterilen katılık ise, büyük ölçüde Türkiye'den kaynaklanan güvenlik endişelerine dayanmaktadır. Her iki toplum da bağımsızlıklarını kazanma sürecinde birbirleri hakkında olumsuz yargılara sahip olmaları, bu konuda katı ulusalcı yaklaşımları güçlendirmektedir. Her iki toplum da ulusal bütünlüklerini bozabilecek azınlık sorunları gibi konularda oldukça duyarlı davranmaktadırlar.

Gerçekte, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının da istekleri bu doğrultudadır; azınlık temsilcilerinin açıklamalarından da anlaşıldığı gibi, azınlık, kendileri ile diğer Yunan vatandaşları arasında ayrım yapılmamasını ve üzerlerindeki baskının kaldırılmasını istemektedirler. Zaten istemlerindeki yaklaşımlar da bunu göstermektedir. Kimi fanatik azınlık üyesinin aksine, hemen bütün azınlık, sadece anlaşmaların kendilerine tanıdığı haklardan yararlanabilmek, kendilerine ayrımcı politikalar uygulanmamasını istemekte ve bu isteklerini de hukuki ve siyasi yolları kullanarak, şiddete başvurmadan sağlamaya çalışmaktadırlar.[31] Bu nedenle, Yunanistan'la olduğu gibi Türkiye ile ilişkilerinde de, bu ülkeden yalnızca, Lozan Antlaşması'nın uygulanması konusunda üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi ve Yunanistan'a sorumluluklarını anlatmasını istemektedirler; yoksa bu ülkeden ayrımcı bir politika izleme çabalarına destek olmasını istememektedirler.

Azınlıklar konusu, Türkiye ve Yunanistan arasında sürekli bir uzlaşmazlık noktası olarak ilişkileri zedelemeye devam ederken, konu üzerinde taraflar arasında ciddi yaklaşımlarla sorunlara çözüm bulma girişimlerine bir an önce başlamak gerekmektedir. Avrupa Topluluğu çerçevesinde ekonomik, siyasi ve kültürel ortak değerlere katkıda bulunmayı amaçlayan ve bu politikalara sadık davranış içerisinde olacaklarını belirten Türkiye ve Yunanistan gibi iki ülkenin aralarındaki azınlıklar sorununu çözümleyememeleri, yaklaşımları ile ters bir görünüm sergilemektedir. İnsan hakları ve demokratik değerlere saygılı olacakları konusunda çeşitli siyasi ve hukuki uluslararası yükümlülükleri bulunan Türkiye ve Yunanistan, artık vakit geçirmeden, bu konuda tutarlı politikalar izlemeye başlamalıdırlar. Kendi özgür iradelerinin dışında gelişen olaylar sonucunda, etnik/dinsel kökenleriyle bir bütün oluşturdukları asıl toplumlarından uzaklaştırılmış oldukları yetmiyormuş gibi, üstelik bir de, uluslararası anlaşmalarla sağlanmış olan azınlık haklarından yararlanmalarına izin verilmeyen ve toplumsal bütün içinde sürekli dışlanan, potansiyel düşman olarak görülen bu insanların yaşadıkları toplumla bütünleşmeleri sağlanmalıdır. Türkiye ve Yunanistan arasında azınlıklar sorununun ilişkilerde sürekli bir çatışma noktası olarak kalmış olması, ulusal kamuoylarında azınlıklar konusunda bazı fanatik ulusçu grupların yaygın bir propaganda içerisinde olmalarından daha çok, her iki ülkede de toplumun ekonomik gelişmişlik derecesine, siyasal kültürün yapısına, iletişim organlarının gelişmişlik  ve yaygınlığına bağlı olarak, dış politika kararlarını alan ve uygulayan kişi ve kurumların yaklaşımları çerçevesinde ele alınabilir. Çünkü sosyo-ekonomik, siyasi ve kültürel alanda azınlık/çoğunluk toplumu gibi bir ayrımcılığın yapılmakta oluşu, demokratik değerlere ve insan haklarına aykırı bir yaklaşım oluşturacağı gibi, ülkesel bütün içerisinde toplumun geneline hakim olan sosyal barış ve dengeyi de ortadan kaldıracak bir etki yaratır. Türk - Yunan ilişkilerinde azınlıklar sorunu, en güç ve güç olduğu kadar da acil çözümlenmesi gereken konulardan birini oluşturmaktadır. Balkan devletlerinin etnik/dinsel yapılaşma açısından heterojen bir görünüm sergilemekte oluşu  dikkate alındığında, son gelişmelerin, Balkanlarda toplumsal ve siyasal  yapıları önemli ölçüde değiştirebilecek nitelikte olduğu söylenebilir. Sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların, ulusçuluk anlayışı ile bir arada yaşanmakta oluşu, bölge ülkelerinin sosyo-politik çatışmalar içerisine girmesine yol açmakta ve bu çatışmalar, giderek, tüm bölge ülkelerine yayılma eğilimi göstermektedir. Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin sorunlarla dolu olması ve Batı Trakya'da yaşayan Türk/Müslüman azınlığa yönelik sistematik baskıların yoğunluk kazanması, bölgede yaşanan gerginlikler çerçevesinde ele alındığında, iki ülke arasındaki azınlıklar konusunun diplomatik düzeyde bu ülkeler arasında sert tartışmalara konu edileceğini söylemek mümkün. Azınlıklar konusunun iki ülke arasında sıcak bir çatışmaya dönüşme olasılığı fazla olmamakla beraber, halklar arasındaki olumsuz değer yargılarını yeniden gündeme getirmekte ve sertlik yanlısı yaklaşımları arttırmaktadır.

Bu bağlamda, bölgenin istikrarı ve iki ülke arasındaki diğer sorunların da çözümlenebilmesi açısından, özellikle Türkiye ve Yunanistan arasında azınlıklar konusundaki uzlaşmazlığın demokrasi ve temel insan hakları ilkelerine uygun olarak çözümlenmesi, bu arada, iki ülke arasında bu konuda yapılmış olan antlaşmaların özenle uygulanması gerekmektedir. [32] Nitekim, Yunanistan'da K. Simitis iktidarı döneminde T. Pangalos'un yerine Dışişleri Bakanlığı'na getirilen G. Papandreu'nun azınlıklara ve özellikle Batı Trakya'daki Türk/Müslüman azınlığa ilişkin olarak yapmış olduğu açıklama, Yunanistan'da siyasi iktidarın geleneksel politikasında bir değişimin yaşanmakta olduğuna ilişkin kimi işaretler vermiştir. [33] Uzun zamandır Batı Trakya Türk azınlığının özellikle eğitim alanında çekmiş olduğu sıkıntıların giderilmeye çalışıldığı gözlenmiştir. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı, Ekim 1999'da almış olduğu bir karar ile Batı Trakya'daki Türk azınlık okullarında okutulacak olan ve Türkiye'de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlatılmış bulunan ders kitaplarının dağıtılmasını onaylamıştır. [34] Papandreu yapmış olduğu açıklamada; "Batı Trakya'da pek çok Türk kökenli Müslüman bulunduğuna şüphe yoktur. Bununla beraber, azınlıklara ilişkin konular toprak iddialarıyla birlikte ortaya gündeme getirilmektedir. Eğer var olan sınırlar sorgulanmıyorsa benim için kişinin kendisini Müslüman, Türk, Bulgar ya da Pomak olarak nitelendirmesinin bir önemi yoktur." [35]  Bununla birlikte, Yunanistan'da Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın statüsü, kimlikleri üzerinde farklı görüşler dile getirilmiş ve bir tartışma başlamıştır. Tartışmaların yoğunluk kazandığı bir başka konu ise, Yunanistan hükümetinin Atina'da bir cami yapımına izin vermesi olmuştur. [36]

Türkiye ve Yunanistan arasında zaman zaman gündemde yer alan bir başka sorun ise, İstanbul'daki Fener Ortodoks Rum Patrikhanesi'nin statüsüne  ilişkindir. Lozan Barış Konferansı sırasında Patrikhane'nin Türkiye sınırları dışına çıkarılması konusunda yaşanan sert tartışmaların sonunda İstanbul'da kalmasına ve fakat Türkiye'nin iç hukukuna bağlı olmasına karar verilmesinden bu yana yaşananlar göstermiştir ki  Türkiye ve Yunanistan arasında çıkan her gerginlikte azınlıklar ve azınlıklara ilişkin kurumlar tartışmanın odağı haline gelmektedir.

Patrikhane, pek çok açıdan önemini korumakla birlikte asıl önemli yanı, Türkiye'nin iç işlerine  müdahalede kullanılabilmesi ve özellikle, azınlıklara ilişkin konularda gerginlikler yaşanırken bu kurumun kolaylıkla pazarlık unsuru olarak masaya yatırılabilmesidir. İstanbul'daki Ortodoks Rum azınlığın sayısındaki azalma ve Patrikhane'nin bir Türk kurumu sayılarak tüzel kişiliği gereği Patrik unvanı alacak kişinin doğum yerinin Türkiye ve uyruğunun Türk olması şartı, süreç içerisinde Patrik olacak kişilerin seçilmesinde güçlük yaratmaktadır. Bir başka nokta ise, Heybeliada'daki Ruhban Okulu'nun, 1971 yılında Anayasa Mahkemesi'nin özel yüksek okulları devletleştirmeye karar vermesi ve Türk kanunlarında karşılığının olmaması nedeniyle kapanmış olmasının sonucunda yeni Ortodoks din adamlarının yetiştirilmesinde karşılaşılan güçlüklerdir. Uzun süre Ruhban Okulu'nun yeniden açılmasına ilişkin talepler dile getirilirken Ekim 1999'da basında Ortodoks din adamlarının eğitimini kolaylaştıracak bir görüş ortaya atılmıştır. Buna göre, Yüksek Öğrenim Kurulu, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde  Dünya Dinleri Kültürü Bölümü kurulmasını kararlaştırmış ve yüksek eğitimli Ortodoks din adamları  yetiştirilmesi için gereken yapıyı oluşturmuş, [37] ancak henüz işlerlik kazandırılamamıştır.

Yunanistan'ın Patrikhane'ye ilişkin politikasına karşılık olarak Türkiye'nin de Batı Trakya Türk azınlığının müftülük kurumu ile dengeyi sağlamaya çalıştığı görülmektedir. Yunanistan Dışişleri Bakanı G. Papandreu'nun İstanbul'u ziyareti sırasında Patrikhaneyi ziyaretine karşılık olarak, Türkiye Dışişleri bakanı İ. Cem de Yunanistan ziyareti sırasında, Batı Trakya Türk azınlığının seçilmiş müftülerini ziyaret ederek bu karşılıklılığı sağladığı görülmüştür. 
  
 

 

30- Helsinki Watch, Destroying.., ss. 43-44. 
1955 Tarihli ve 3370 Sayılı Yunan Vatandaşlık Kanunu'nun 19. maddesi uyarınca; "Grek-olmayan etnik kökenden bir kişi, geri dönme niyeti olmaksızın Yunanistan'dan ayrılırsa, bu kişinin Grek yurttaşlığını yitirdiğine hükmedilir. Bu hüküm, yurtdışında doğmuş ve oturmakta olan Grek-olmayan etnik kökenli kişilere de uygulanır. Ana babasından ikisi birden veya hayatta olanı yurttaşlığını yitirmiş olan reşit olmayan çocuklardan yurtdışında yaşayanlar da yurttaşlığını yitirmiş olarak ilan edilebilir. Yurttaşlık Konseyinin aynı yönde alacağı karara dayanarak bu konularda İçişleri Bakanlığı karar verir." Batı Trakya Türk azınlığı, uzun süre bu maddenin uygulanmasından dolayı Yunan yurttaşlığını kaybetme tehlikesi ile karşılaşmış ve bir kısmı Yunan yurttaşlığını kaybederek vatansız durumuna düşmüşlerdir. 1998 yılında Yunanistan bu maddeyi kaldırmakla birlikte Yunan yurttaşlığını bu maddeden dolayı kaybedenlerin yeniden Yunan yurttaşlığını kazanabilmesine ilişkin herhangi bir düzenlemeye gitmemiştir. Bu konuda bkz; B. Yunanistan'ın Lozan İhlalleri...; ss. 31-32. 
31- Son dönemde Batı Trakya Türk azınlığının kendilerine uygulanan ayrımcı politika ve  baskılara ilişkin olarak uluslararası hukuktan da yararlanmaya başladıkları görülmektedir. Bkz, "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, Gümülcine seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif'in Yunanistan aleyhine açmış olduğu davaya ilişkin olarak 14 Aralık günü verdiği kararda, Mahkeme heyeti, Yunanistan'ı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin düşünce, inanç ve din özgürlüğünü güvence altına alan 9. ve zararın adli tazminini öngören 41. maddelerini  ihlalden oybirliğiyle mahkum etmiştir." "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, Gümülcine Seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif'in Yunanistan Aleyhine Açmış Olduğu Davaya İlişkin Kararı İle İlgili Açıklama-No:242-15 Aralık  1999", http://www.mfa.gov.tr/Turkce/grupc/ca/1999/12/Default.htm, B. Tarihi: 12/06/2000. 
32- Bir başka açıdan ele alındığında; azınlıklara ilişkin iki ülke arasında imzalanmış antlaşmalarda kabul edilen hükümlerin günümüzde benimsenmiş olan evrensel nitelikteki temel hak ve özgürlüklere, demokratik değerlere göre yetersiz bir koruma sağladığından da söz etmek mümkündür. Dolayısıyla, gerek Batı Trakya Türk  toplumu gerekse Türkiye'deki Rum toplumunun birer azınlık olarak değerlendirilmelerinden öte bu ülkelerdeki demokratik değer ve kurumların işlerliğinin sağlanabilmesi ve yurttaşlık bilincinin öncelikli kılınması azınlıklara ilişkin pek çok sorunun kolaylıkla çözümlenebilmesini sağlayacak niteliktedir. 
33- Yunanistan'da azınlıklara ilişkin uygulamaların kısmen değiştiğini gösteren bir başka belge için bkz;  "U.S. Department of State, Human Rights Reports for 1999: Greece", 1999 Country Reports on Human Rights Practices, http://www.state.gov/human_rightts/1999_hrp_repot/greece.html  B. Tarihi: 07/06/2000. Ancak bu arada gelişmeleri olumsuz yönde etkileyen olaylara da rastlamak mümkündür. Örneğin İskece Seçilmiş Müftüsü Mehmet Emin Aga, "1996 ve  1998 yılında yayınlamış olduğu bir dizi dini içerikli mesajda makam gaspında bulunduğu iddiasıyla açılan dört ayrı davanın, 31 Mayıs 2000 tarihinde Lamia'da görülen ve TBMM İnsan Haklarını Komisyonu Başkanı Dr.Sema Pişkinsüt başkanlığındaki Meclis heyetimiz tarafından da izlenen duruşmaları sonucunda Müftü'nün toplam 7 ay hapis cezasına mahkum edilmiştir". "İskece Müftüsü Mehmet Emin Aga İle İlgili Açıklama-No:90-05 Haziran 2000", http://www.mfa.gov.tr/Turkce/grupc/ca/2000/06/default.htm#bm03 
34- Taki Berberakis, "Atina'dan Batı Trakya Jesti", Milliyet, 19 Ekim 1999, s.16. 
35- "Gov't Reiterates Its Position on  Moslem Minority", Athens News Agency, 1 August, 1999'den  aktaran  http://www.turinfonet.org.tr/frame/opinion/anasayfa.html B. Tarihi. 06/10/1999. 1991 yılında yapılan genel nüfus sayımı sonucuna göre Yunanistan'da 98.000 civarında azınlık üyesi bulunmakta; bunların  % 50'si Türk kökenli, % 35'i Pomak ve % 15'i de Roman kökenli olarak gösterilmektedir. "The Muslim Minority of Greek Thrace", http://www.mfa.gr/foreign/musminen.htm  B. Tarihi: 12.05.2000. 
36- "Atina'da Cami Tartışması", Milliyet, 1 Haziran 2000, s. 20. 
37-  Gönül Hanbay, "Ruhban Okuluna Akademik Formül", Milliyet, 20 Ekim 1999, s.19;  Yasemin Çongar, "Heybeliada Jesti ABD'yi Sevindirdi", Milliyet, 21 Ekim 1999, s. 14. Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasına izin verilmesi konusundaki Türk yaklaşımının Yunanistan açısından olduğu kadar ABD açısından da önemli olduğu, bu ülkedeki Rum ve Yunan lobilerinin oluşturduğu baskıların etkili olduğundan anlaşılmaktadır. ABD yönetimi hemen her fırsatta Türkiye'ye bu konuda çağrıda bulunmakta, isteklerini dile getirmektedir. Türkiye Başbakanı Ecevit'in Washington'a yapmış olduğu ziyaret sırasında da bu istekler dile getirilmiştir. Yasemin Çongar, "Kıbrıs'ta Çözüm Zamanı", Milliyet, 26 Eylül 1999, s. 20.

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:22

AZINLIKLARA İLİŞKİN SORUNLAR

Yazan

AZINLIKLARA İLİŞKİN SORUNLAR

 

Türkiye ve Yunanistan arasında yoğun tartışmaların yaşanmakta olduğu hemen her dönemde gündeme gelen azınlıklar konusu, uluslararası sistemde ve hukuk kurallarında getirilen yeni hükümler çerçevesinde giderek bir insan hakları sorunu olarak algılanmaya başlanmıştır. Uluslararası Daimi Adalet Divanı'nın tanımına göre azınlık kavramı, "bir devlette yerleşmiş bulunan (incorporés) ve nüfusu ayrı bir ırk, dil ya da dinden oluşan toplumsal gruplar"ı belirtirken; BM Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılığın Önlenmesi Alt-Komisyonu Raportörü F. Capotorti'nin önerdiği tanıma göre ise;

"... Sayısal olarak bir devletin nüfusunun geri kalanına göre az olan, egemen olmayan konumda bulunan [o devletin vatandaşları olan] üyeleri etnik, dinsel ya da dilsel açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma duygusu gösteren bir gruptur." [17]
Bu bağlamda ele alındığında, bir azınlık grubunun varlığını belirleyen bazı nesnel ölçütlere dayanmak gerekmektedir; buna göre,1) Azınlık ile çoğunluk arasında ırk, din ve dil gibi noktalarda belirgin bir farklılığın olması; 
2) Azınlık grubunun özelliklerini yansıtacak ölçüde bir sayısal çokluğun var olması; 
3) Azınlık grubunun o ülkede başat olmaması; 
4) Azınlığın söz konusu ülkenin yurttaşı olması; 
5) Azınlığa mensup bireylerin o ülkeye sadakatle bağlı olması, 
6) Azınlık bireyleri arasında farlılıklarını gözetecek ölçüde bir azınlık bilincinin bulunması, 
7)Yurttaşı olunan ülkede çoğunluğun kendilerini azınlık olarak gören bu unsurların varlığından haberdar olarak onlara azınlık gibi davranması gerekmektedir.[18]
Bu ölçütler dikkate alındığında, özellikle Balkanlarda mevcut  azınlıklar sorununa ilişkin gözlemlerde, azınlıkların yurttaşı bulundukları ülke dışında bir başka ülkeye etnik, dinsel, dilsel açıdan yakınlık duyarak kendilerini "soydaş"  hissetmeleri de mümkündür. Bu durumda ise, "Başat kitle karşısında kendisini farklı gören, ezildiği/dışlandığı görüşünde olan ve egemen kültürden ayrı kimliğe sahip grupların köken ve soy bilinci bakımından da somut farklılıklar göstermeleri halinde, başat kitle ve onun iktidar araçları tarafından , -Yunanistan örneğinde olduğu gibi dışlanmaları  hatta inkar edilmeleri söz konusu olabilmektedir. Böyle durumlarda gruplar genellikle sosyal/kültürel/siyasi dezavantajlarla karşı karşıya kalabilmektedirler."[19]Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da baş gösteren ulusçuluk akımından etkilenmesi, ekonomik ve toplumsal yapısında değişiklik yapamaması, askeri başarısızlıklarla desteklenince çöküş sürecini hızlandırmış ve sonuçta, Osmanlı Devleti, Avrupa ve Balkanlarda topraklarını kaybetmeye başlamıştır. Bu durum Balkanlarda bulunan Türk/Müslüman nüfusun büyük bir bölümünün Anadolu'ya kadar uzanan bir göç dalgası yaşamasına yol açarken, kaybedilen topraklar üzerinde kurulan yeni devletlerle Osmanlı Devleti arasında bir azınlıklar sorununu tartışma konusu yapmıştır.[20]

Balkan Savaşları ile artan bu sorun, özellikle Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin niteliği göz önünde tutulduğunda, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni bir boyut kazanmıştır. İngiltere, Fransa ve İtalya'nın yanında Sevr Anlaşması'nın [21]kendisine sunduğu olanağı değerlendirerek Anadolu'ya asker çıkaran Yunanistan'ın savaşta yenilerek geri çekilmesinden sonra, günümüz Türk - Yunan azınlıklar sorunu olarak nitelendirilen olaylar yaşanmaya başlanmıştır.

Yunanistan'ın "Megali İdea" olarak adlandırmış olduğu, eski Bizans toprakları üzerinde Büyük Yunanistan'ın yeniden kurulması rüyası, Yunan kuvvetlerinin Anadolu topraklarına ayak basmasıyla bu yöndeki ilk adım olarak değerlendirilmiş ve hem bu rüyaya inanarak Anadolu'yu işgal hareketine katılanlar hem de Osmanlı toprakları üzerinde yaşamlarını sürdürmekte olan Yunan kökenliler/Rumlar arasında kısa sürecek bir sevinç yaşanmıştır. Ancak, savaşın Türklerin yengisi  ile sonuçlanması, bu rüyaları yıkmış ve hem savaşla birlikte Anadolu'ya gelen Yunanlıların hem de daha önce Anadolu'da yerleşmiş bulunan Rumların bu topraklardan Yunanistan'a göç etmelerine yol açmıştır. [22]

Savaş dönemi ile birlikte, iki ülke arasında kitlesel göçlerin yaşanması, beraberinde yoğun bir ekonomik ve toplumsal bunalımı ortaya çıkarmıştır. Özellikle, Yunanistan'da bu bunalım oldukça sarsıntılı olmuştur. Savaşın sonunun belli olması ve Yunanistan'ın ağır bir yenilgi almasından sonra kitlesel göçlerin [23] yaşanması, Lozan Görüşmeleri sırasında gündeme gelmiş ve bu konuda taraflar arasında bir anlaşmanın yapılması gereği üzerinde görüş birliğine varılmıştır. Bunun sonucunda, daha Lozan Barış Antlaşması imzalanmadan, Türkiye ve Yunanistan arasında, karşılıklı olarak göç eden insanların hak ve statülerini düzenleyen bir anlaşma imzalanmıştır. 30 Ocak 1923 tarihli Türk ve Rum Nüfus Değişimine İlişkin Sözleşme ve Protokol'ün hükümlerine göre; (madde 1)

"Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine girişilecektir. Bu kimselerden hiç biri Türk Hükümetinin izni olmadıkça Türkiye'ye, ya da Yunan Hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan'a dönerek orada yerleşemeyecektir.(Madde 2) , Birinci Maddede öngörülen mübadele:

a) İstanbul'da oturan Rumları,

b) Batı Trakya'da oturan Müslümanları kapsamayacaktır.

1912 Yasası ile sınırlandırıldığı biçimde İstanbul Belediye sınırları içinde 30 Ekim 1918 gününden önce yerleşmiş tüm Rumlar, İstanbul'da oturan Rumlar sayılacaktır.

1913 Bükreş Antlaşması'nın saptamış olduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş tüm Müslümanlar, Batı Trakya'da oturan Müslümanlar sayılacaklardır." [24]
İki Ülke arasında imzalanan bu sözleşmeye göre, sözleşmenin uygulanmasını sağlamak üzere, Türk ve Yunan temsilcilerinin de bulunduğu bir uluslararası karma komisyon oluşturulmuştur. Oluşturulan bu komisyon bir süre görev yaptıktan sonra değişim sırasında kimlerin yerleşik sayılacağı konusunda farklı yorumlarla karşılaşmış ve bu durum, iki ülke arasında ilişkilerin yeniden gerginleşmesine neden olmuştur. Bu arada, yerleşik teriminin kapsamı konusunda Milletler Cemiyeti'ne ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı'na yapılan başvurunun iki taraf arasındaki görüş ayrılığını giderememesi sonucunda ilişkiler gerginleşmiş, Yunanistan'ın Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının arazi ve mallarına el koyması ve buralara Türkiye'den Yunanistan'a göç eden insanları yerleştirmeye başlaması, buna karşılık olarak da, Türkiye'nin İstanbul Rumlarının mallarına  el koyması, her iki ülkede de azınlıkların zararlı çıkmasıyla sonuçlanan bir süreç oluşturmuştur. Bu bağlamda, iki ülke arasında 1926 yılında hazırlanan anlaşma da azınlıklar konusundaki soruna kesin bir çözüm getirmekten uzak kalmıştır.Taraflar arasında azınlıklar konusunun  kesin çözüme bağlanmasına ilişkin son girişim, 10 Haziran 1930'da bu konuda bir anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu antlaşma ile yerleşim tarihleri ve doğum yerleri ne olursa olsun, İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türk/Müslümanlarının hepsi yerleşik sayılmışlardır. Ayrıca, iki ülke de toprakları üzerinde kalan azınlıkların statüleri ve mal varlıklarının korunması konusunda önemli yükümlülükler üstlenmişlerdir.

Azınlıklar konusundaki uzlaşmalığın giderilmesinden sonra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler hızla düzelmeye başlamıştır. İki ülke arasında dostluk ve işbirliği çabaları artmış, azınlıklara ilişkin  antlaşmanın imzalanmasından  kısa bir süre sonra, Ekim 1930'da Türk - Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmayla birlikte, bir de Deniz Kuvvetlerinin karşılıklı olarak sınırlandırılmasını öngören protokol ve Oturma, Ticaret ve Denizcilik Sözleşmesi imzalanmıştır.

Bununla beraber, doğrudan bir Türk - Yunan azınlıklar sorunu olarak değerlendirilmemekle birlikte, İkinci Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de azınlıklar üzerinde baskıya dönüşen kimi uygulamalara rastlanmıştır. Bunlardan özellikle "Varlık Vergisi" uygulaması ilginç bir uygulama olmuştur. Savaş sırasında bir takım savaş zengininin ortaya çıkması ve bunların kamuoyunun tepkisini çeken bir zıtlık oluşturması, savaş dolayısıyla ekonomik darboğaz içerisindeki hükümetin, bu kesim üzerinde uygulanacak olan ve bir kez alınması düşünülen vergilendirmeye gitmesine yol açmıştır. Büyük oranda azınlıklara mensup kişiler üzerinde yoğunlaşan ve adil bir şekilde uygulanmayan vergilendirme, kısa süre içerisinde tepki çeken bir uygulama olarak kamuoyunda eleştirilere neden olmuştur. Bu vergilendirme sırasında adil davranılmamış olması ve ciddi aksaklıkların yaşanması azınlıkların hükümete bakışını olumsuz etkilemiştir.

Türk - Yunan ilişkilerinde dostluğun sağlanmasıyla azınlıklar sorunu 1950'li yıllara değin ikili ilişkilerde bir sorun olarak belirmemiştir. Bunda her iki ülke ulusal liderlerinin gerçekçi yaklaşımlarla davranmış olmalarının yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı'na yol açan gelişmelerin yaratmış olduğu ortak güvenlik endişesinin de rolü olmuştur. Kısa süre sonra başlayan savaş sırasında, Yunanistan'ın işgale uğramış olması ve savaş sonrasında da iç savaşın başlaması, iki ülke arasındaki ilişkileri sınırlandırırken Yunan iç savaşı sırasında hükümete sadık kalan Türk/Müslüman azınlık üzerinde Yunan komünistlerinin yoğun baskılarda bulunması, bu kez Batı Trakya'dan Türkiye'ye yeni bir göç yaşanmasında etkin olmuştur.

Azınlıklar sorununun Türk - Yunan ilişkilerinde hem bir iç politika sorunu hem de dış politika sorunu olarak gündeme gelmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin Kıbrıs sorunu nedeniyle gerginleşmesine koşut olmuştur. 1950 ortalarına kadar ikili ilişkilerin dostluk ve işbirliği havasında gelişmesi hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de azınlıklara yönelik politikaların ılımlı ve sevecen olmasında etkili olmuştur. Gerçekten de, bu dönemde Türkiye'de azınlıklar DP iktidarının sağlamış olduğu kolaylıklardan yararlanarak parlamentoda temsilci bulundururken Yunanistan'da da Türk/Müslüman azınlığın çeşitli sorunlarına çözüm bulunmaya çalışılmıştır.

1960'ların ortalarından başlayarak, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusu üzerinde yoğunlaşan ve ilişkileri sertleştiren gelişmeler, azınlıkların, karşılıklı olarak, yaşadıkları toplumdan dışlanmasına yol açan kimi uygulamalarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Her iki toplumda da azınlıklar diğer ülkenin ajanları olarak algılanmaya başlanmıştır. Kıbrıs sorununun kamuoylarında ulusal bir dava olarak propagandalara konu edilmesi, azınlıkların durumunu güçleştirmiştir. 1963-64 Kıbrıs olayları ise, Türk Hükümeti'nin, 1930 Sözleşmesine son vererek bu sözleşmeden yararlanarak İstanbul'da çalışmakta olan Yunanlıları ülkelerine geri göndermesine neden olmuştur. [25]

1960 sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin Kıbrıs sorunundan dolayı dalgalanma göstermiş olması, azınlıklar konusunda da benzer yansımalar yapmıştır. 1967 yılında, askeri cuntanın Yunanistan'da işbaşına gelmesiyle birlikte, azınlıklar üzerinde yeniden sistematik baskılar görülmeye başlanmıştır. Gerçi, 1968 yılında iki ülke arasında bir Kültür Protokolü imzalanmıştır, ancak kısa süre sonra, bu protokol de fiilen uygulanmamaya başlanmıştır. [26]

1974 yılında, Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahale de bulunarak Kıbrıs Türk toplumuna yöneltilen kitlesel yok etme girişimlerini engellemesinden sonra ise, özellikle Batı Trakya Türkleri üzerinde oldukça yoğun baskı yaşanmaya başlanmıştır. İki ülke arasında bir savaş olasılığını arttıran olayların yaşanmakta oluşu, Yunanistan'ın  Kıbrıs Rumlarına destek verme olanağı bulamaması ve ulusçu duyguların incinmiş olması Batı Trakya Türk/Müslüman topluluğuna yönelik politikaların sertleşmesine yol açarken, Yunan kamuoyu da azınlıkları ulusal bütünlükleri  açısından tehlike olarak görmeye başlamıştır.

1974 yılı, aslında Türk - Yunan ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkmaktadır; bu tarihten itibaren, daha önce gündemde olmayan sorunlar bir anda uzlaşmazlığı arttıran konular olarak ilişkilere konu edilmiştir. Azınlıklar konusundaki Yunan yaklaşımları açısından ise, daha önce idari makamlar tarafından bürokratik yöntemler kullanılarak azınlık haklarına getirilen kısıtlamalar, bu tarihten sonra artık, açıktan açığa, bir yönetimsel politikaya dönüşmüştür. Böylece, Türkiye'deki İstanbul Rum topluluğunun azalmış olmasını ve dolayısıyla, iki ülke arasında azınlıklar konusunda karşılıklılık ilkesinin uygulanamaz hale geldiğini ileri süren Yunanistan ile Türkiye arasında azınlıklara yönelik politikalar konusunda kimi zaman sert tartışmaların ve uygulamaların yaşandığı bir sürece girilmiştir.Bununla birlikte Patrikhane'nin İstanbul'daki varlığının korunmasına ilişkin tartışmalar sürmektedir.

1980'li yıllara gelindiğinde, iki ülke arasındaki iletişimsizlik ve uzlaşmazlıkların derinleştiği koşullar içerisinde azınlıklar konusu daha belirgin bir görünüm sergilemeye başlarken, içerik açısından da farklılaşma gözlenmiştir; Türkiye'deki azınlıklar açısından bu durum, daha çok İstanbul Rum azınlığın sahip olduğu taşınmaz mal varlığının korunması, Vakıflar ve Patrikhane statüsü konularında ön plana çıkarken, Yunanistan açısından ise, durum daha çok, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın anlaşmalardan ve Yunan yasalarından kaynaklanan haklardan yararlandırılmayarak göçe zorlanmaları, bu yolla Batı Trakya'nın Türk/Müslüman kimliğini ortadan kaldırmak ve Türkiye'de Rum azınlığın kültürel/dinsel varlığı açısından oldukça önem verilen Patrikhane'nin statüsünün korunması konularında belirmeye başlamıştır.

Günümüz Türk - Yunan ilişkilerinde azınlıklar üzerinde yapılan tartışmalar, Türkiye açısından, özellikle, Batı Trakya'daki Türk/Müslüman topluluk üzerinde oluşturulan baskılar ve saldırılara ilişkin olmaktadır. 1989-90 döneminde Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı üzerinde uygulanan baskıların yol açmış olduğu gerginlik bu konuda ilginç bir örnek oluşturmaktadır.

1988 yılında, Yunan Yüksek Mahkemesi'nin, Trakya İstinaf Mahkemesi tarafından Batı Trakya Türk Toplulukları Birliği hakkında almış olduğu bir kararı onaylamasıyla bu  birlik kapatılmıştır. Mahkeme, vermiş olduğu kararda "Türk" sözcüğünün Türkiye yurttaşlarını çağrıştırdığını, Yunan yurttaşlarını tanımlamakta kullanılamayacağını belirttikten sonra, "Yunan Müslümanları"nı tanımlarken "Türk" sözcüğünü  kullanmanın kamu düzeni açısından tehlikeli bir davranış olacağını hükme bağlamıştır. [27]

Yunan Mahkemelerinin vermiş olduğu bu karar karşısında, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlık toplumu üyeleri, kararı protesto etmek amacıyla bir gösteri düzenlemişlerdir. Bu gösteri, Türk/Müslüman azınlığın ilk kez sokaklara inişi olarak yorumlanmıştır. Polis ise, bu gösteri sırasında göstericilere karşı kuvvet kullanmış ve pek çok gösterici çıkan olaylar sırasında yaralanmış ve bazı göstericiler tutuklanmışlardır. Bu olaylardan kısa bir süre sonra, "Batı Trakya Türk Gençler Birliği"nin adı polis yoluyla değiştirilerek "Batı Trakya Müslüman Gençler Birliği"ne dönüştürülmüştür.

Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı üzerinde oluşturulmaya başlanan bu türden baskıların yol açmış olduğu bir başka gerginlik ise, 1989-90 yıllarında yaşanmıştır. 1989 Yunan genel seçimleri sırasında, seçimlere Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı bir bağımsız liste oluşturarak katılmış ve bu seçime katılan adaylardan Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif, azınlık temsilcileri olarak parlamentoya katılmışlardır. Ancak, Haziran'da yapılan seçimlerin yenilenmesine karar verilmiş ve Kasım 1989'da seçime gidileceği açıklanmıştır. Bu seçimlere hazırlanan adaylar, hazırladıkları seçim bildirgelerinde Batı Trakya Türk azınlığı olarak kendilerini tanımlamışlardır. Buna karşın, adaylardan Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif bu seçimlerde parlamentoya katılamamışlardır. Seçimler sonrasında bu adaylar hakkında dava açılmıştır. Bu dava sırasında Mahkeme, adayları, "Yeni Demokrasi, Sol Koalisyon ve PASOK adaylarının anarşi ve terör ortamı yaratılmış olduğunu söylemelerine dayanarak, 1989 Ekim ayının son on günü boyunca Gümülcine'de Ceza Usul Kanununun 245, 320 ve 321. maddelerinin ihlal edildiğini öne sürmüş ve adayları, iftira etmek ve yanlış bilgi vermekle; ayrıca, "Türk" sözcüğünü kullanarak sosyal barış zararına halk arasında ayrım yapmak ve yurttaşları açıktan veya dolaylı olarak kanunları ihlal etmeye kışkırtarak Ceza Kanununun 192. maddesini ihlal etmekle suçlamıştır." [28]

25-26 Ocak 1990 günü yapılan duruşma sonucunda Mahkeme, sanıkları suçlu bularak 18 ay hapis ve 3 yıl boyunca siyasi haklardan men edilmesine karar vermiştir. Mahkemenin vermiş olduğu karar, hem kararın özü hem de kullanılan yöntem açısından, o sırada Mahkemede bulunan gözlemciler tarafından yoğun eleştirilere uğramış, hakimlerin sanıklara karşı önyargılı oldukları, sanıkların hukuki haklarına dava sırasında özen gösterilmediği ve dava konusunda mahkemenin yeterli incelemeleri yapmadığı suçlamaları, sıklıkla vurgulanmıştır.

Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif'in mahkeme tarafından suçlu bulunmasından sonra, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı alınan kararları protesto etmiştir. Dava üzerinde yoğunlaşan ilgi ve dava sonucu, azınlık üyeleri ile Yunanlıların arasındaki ilişkileri gerginleştirmiş ve bir süre sonra Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığa yönelik saldırılar yaşanmıştır. Gümülcine'de meydana gelen olaylar sonucunda azınlıkların ev ve işyerleri, camileri tahrip edilmiş ve çıkan olaylar sırasında yaralananlar olmuştur.

Sadık Ahmet [29] ve İbrahim Şerif'in suçlu bulunarak hapsedilmeleri ve sonrasında Gümülcine Türk azınlığa yönelik saldırılar, Türkiye'nin yoğun tepkisini çekmiştir. Olayların hemen sonrasında Türkiye'nin Gümülcine'de Başkonsolosu (Kemal Gür) Gümülcine'de Valisi ile görüşerek Türk azınlığa yönelik saldırılar konusunda acil önlemler alınmasını istemiştir. Benzer girişimler, Ankara ve Atina'da da yürütülmüş ve Türk azınlığın can ve mal güvenliğinin sağlanması istenmiştir. 
  
 


17- Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri Cilt II, Ankara: Turhan Kitapevi, 1999, s. 184. Ayrıca bu konuda bkz; Murat Hatipoğlu, Yunanistan'da Etnik Gruplar ve Azınlıklar, Ankara: SAEMK Yay. 1999. 
18- M. Hatipoğlu, Yunanistan'da Etnik ..., ss.2-5. 
19- M. Hatipoğlu, Yunanistan'da Etnik ..., s. 5. 
20- Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleşen kitlesel göçlerin bu ülkelerde yaratmış olduğu etkilere ilişkin olarak bkz; Kemal Arı, Büyük Mübadele Türkiye'ye Zorunlu Göç (1923-1925), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995. 
21- 10 Ağustos 1920 tarihinde üç farklı Sevr Antlaşması imzalanmıştır,  Osmanlı Sevri, Trakya Sevri ve Yunan Sevri. Azınlıkların statüsü bakımından Yunan Sevri bağlayıcı nitelikte sürekli genel ilkeler getirmesi bakımından özelliğe sahiptir ve Yunanistan'ın sadece Batı Trakya Türk azınlığına ilişkin olarak değil ülke sınırları içerisinde yer alan tüm azınlıklara ilişkin olarak karşılıklılık ilkesi aranmadan yükümlü olmasını hükme bağlamaktadır. Bu konuda bkz; Baskın Oran, "Türk Dış Politikası ve Batı Trakya", Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk Sönmezoğlu, İstanbul: Der Yayınları, 1998, s.312 
22- Yunanistan'ın Anadolu'da girişmiş olduğu işgal hareketinin Yunanistan'daki farklı bir yorumu için bkz; Alexander Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995. 
 Anadolu'dan Yunanistan'a göç etmek zorunda kalan Rumların Osmanlı toplumu içindeki konumlarına  ilişkin olarak bkz; Gerasimos Augustinos, Küçük Asya Rumları, Ankara: Ayraç Yayınları, 1997. 
23- Göç eden insanların tam sayısı konusunda çeşitli rakamlar ileri sürülmekle birlikte Türkiye'den Yunanistan'a göçenlerin sayısı 1.250.000, Yunanistan'dan Türkiye'ye göçenlerin sayısı ise 500.000 olarak kabul edilebilir. Bkz; K. Arı, Büyük Mübadele Türkiye'ye Zorunlu ..., s.8; A. A. Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası.., s.104. 
24- İsmail Soysal, Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları, Ankara: TTK Yayınları, 1983, s. 177. 
25- B. Oran'ın belirttiğine göre; " Türkiye'den Yunanistan'a gidip oturan ve çalışan Türk olmadığı için, tek taraflı işleyen bu sözleşme sonucu o sırada İstanbul'da sürekli oturan ve çalışan 12.704 Yunan yurttaşı vardır. 1963 yılında Kıbrıs'da Türklerin katliama uğramaları karşısında Ada'ya müdahale edemeyen Türkiye, herhalde Yunanistan'ın zor duruma düşürmek için 36. madde uyarınca altı ay önceden ihbarda bulunduktan sonra sözleşmeyi feshetmiş ve bu Yunan yurttaşlarının oturma izinlerini bir daha uzatmamıştır. (16 Eylül 1964). Üstelik zararlı eylemleri saptananlar altı aylık süre beklenilmeden sınır dışı edilmiştir. Böylece 1134 Yunan uyruklunun hastalık ve öğrenim gibi insansal nedenlerle kalmalarına izin verilmesine karşılık, 8.600 Yunan uyruklu Yunanistan'a dönmek zorunda kalmıştır. Bu arada, Bozcaada ( İmroz ) ve Gökçeada'da yarı açık cezaevi kurmak ve devlet üretim çiftliği açmak için yapılan kamulaştırmalar da buralarda oturan Rum azınlığın Yunanistan'a göçmesiyle sonuçlanmıştır. Fakat bu göçleri doğuran en önemli öge, İstanbullu Rum gençlerin evlenmeleri açısından yaşamsal önem taşıyan  İstanbullu Yunanlıların gitmesi olmuş, bundan sonra İstanbul Rum nüfusu gitgide azalarak bugünkü 4000-5000 düzeyine gerilemiştir." Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 1986, s. 148. Ayrıca bkz; Baskın Oran, Yunanistan'ın Lozan İhlalleri, Ankara: SAEMK Yayınları, 1999. 
26- 70'li yıllarda Yunanistan'da Türk azınlığın konumuna ilişkin değerlendirmelerin ilk elden aktarımı için bkz; Kamuran Gürün, Bükreş-Paris-Atina Büyükelçilik Anıları, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1994, ss.185-223. 
27- Bu konuda bkz; Helsinki Watch, Destroying Ethnic Identity: The Turks of Greece, August 1990, A Helsinki Watch Report; Ayrıca dönemin Türk ve Yunan basınında da bu konuda yazı ve yorumlar çıkmıştır. 
28- Helsinki Watch, Destroying.., ss. 17-18 
29- 22 Temmuz 1995 tarihinde Gümülcine yakınlarında geçirmiş olduğu bir trafik kazası sonucu yaşamını yitirmiştir.

II. BÖLÜM

İKİ ÜLKE ARASINDAKİ TEMEL SORUNLAR VE TARAFLARIN YAKLAŞIMLARI

 

Bu bölümde, Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşmazlık konusu olarak nitelendirilen ve ilişkilerin çatışmacı bir karakter kazanmasına neden olan sorunlar ele alınacak ve tarafların görüşleri tarihsel akışı içerisinde ele alınacaktır.

Bu bağlamda, iki ülke arasındaki asıl uzlaşmazlığın Ege Denizi'nde kurulacak olan yeni denge üzerinde olduğu söylenebilir. Gerçekten de, 1923 Lozan Barış Antlaşması ile kurulan dengenin artık iki ülke arasında güveni sağlamakta başarılı olmaması ve sık sık ihlal edilir olması, bu ülkeler arasında yeni bir statünün oluşturulmasını zorunlu hale getirmektedir. Lozan Antlaşması'nın iki ülke ilişkilerine sağlamış olduğu denge, dostluk ve işbirliğinin yanı sıra, karşılıklı güven esasına dayandığı halde, günümüz Türk - Yunan ilişkilerinde bu niteliklerin kaybolduğu gözlenmektedir.

Aslında, Türkiye ve Yunanistan arasında güven ortamının sağlanmış olduğu bir durumda bile, iki ülke arasında çeşitli uyuşmazlıkların ortaya  çıkması kaçınılmazdır. Çünkü, iki ülke arasında statü saptanırken her iki tarafta da azınlıkların bırakılmış olmasının yanı sıra, değişen uluslararası hukuk kurallarının devletlerin egemenlik haklarına getirmiş olduğu yenilikler de aynı coğrafi konumu paylaşan Türkiye ve Yunanistan arasında yeni bir dengenin saptanmasını zorunlu hale getirmektedir.

İki ülke arasında karasularının  genişletilmesi ve kıta sahanlığının saptanması konularında çıkan görüş ayrılıklarının temelinde, Ege Denizi'nin coğrafi ve jeolojik açıdan uluslararası deniz hukukunun getirmiş olduğu genel hükümlerin uygulanamayacağı bir karakteristik özelliğe sahip olması bulunmaktadır. Bu kendine özgülük, Lozan Barış Antlaşması ile ilkeleri kararlaştırılan, ancak, sınırları henüz harita üzerinde belirlenip bir antlaşmaya bağlanmamış olan Türk - Yunan karasuları sınırlarının belirsizliği ile birleşince, Ege'de statükoyu tartışmalı ve dolayısıyla duyarlı hale getirmektedir. Bununla birlikte, iki ülke arasında sağlanacak bir karşılıklı güven ortamı, sorunların çözüme vardırılması çabalarında taraflara kolaylık ve anlayış birlikteliği kazandırabilir.

Gerçekten de, iki ülke arasında karşılıklı güven sağlanamadıktan sonra uzlaşmazlık konuları üzerinde yapılan girişimler sonuçsuz kalabileceği gibi, tarafların sorunları hukuksal ve/veya siyasi olmayan yollardan çözümlemeye gidebilecekleri olasılığı da gündemde yer etmeye başlamaktadır. Bu durum ise, uzlaşmazlığın giderek katılaşmasına yol açmaktadır.

Türk - Yunan sorunlarına geçmeden önce vurgulanması gereken diğer bir nokta ise; tarafların aralarındaki sorunları nasıl nitelendirdikleridir. İki ülke arasında yapılan diplomatik girişimler sırasında, taraflar, uzlaşmazlık konularının hangi noktalar üzerinde yoğunlaşmış olduğu üzerinde bile çoğu kez anlaşamamaktadırlar. Örneğin, Türkiye, Lozan Antlaşması hükümlerinin Batı Trakya Türk azınlığına tanımış olduğu haklara ve getirmiş olduğu yükümlülüklere uyulmasını Yunanistan'dan istediğinde Yunanistan, Lozan'da azınlıkların etnik değil dinsel kimliklerinin esas alınmasına dayanarak Türkiye'yi yapay bir azınlık sorunu yaratmak ve kendi içişlerine karışmakla suçlayabilmektedir.

Bir diğer yaklaşım farklılığı ise, görüşmelere başlanması konusunda çıkmaktadır; Yunanistan, Türkiye ile yapılacak bir görüşmenin ön şartı olarak bu ülkenin Kıbrıs'ta bulundurmuş olduğu askeri varlığını geri çekmesini, Kıbrıs Rum toplumunun egemenliğinde üniter bir devlete evet demesi gerektiğini ileri sürmekte ve ancak, Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunduktan sonra, iki ülke arasında Ege Denizi üzerinde çıkan sorunları görüşmeye razı olmaktadır. Türkiye ise, BM Genel Sekreteri'nin gözetiminde devam eden toplumlararası görüşmelerin her iki ülke tarafından da desteklenmesi gerektiğinden hareket ederek, iki ülkenin de doğrudan taraf olmadığı bu sorunu bir tarafa bırakarak Ege Denizi'nde gerginliğe neden olan asıl sorunlara çözüm bulunması gerektiğini savunmaktadır.

Bununla beraber, iki ülke arasındaki sorunların çözümünü sağlayabilecek girişimler sırasında hangi yöntemlere dayanılacağı konusunda da görüş ayrılıklarından söz edilebilir; örneğin Yunanistan, Ege Denizi kıta sahanlığı sorununun iki ülkenin Uluslararası Adalet Divanı'na başvurulmasıyla ve Divan'ın vermiş olduğu kararlara her iki tarafın da kesin olarak uymasıyla çözümlenebileceğini savunurken Türkiye, uyuşmazlığın ancak iki ülke arasında yapılacak olan ikili görüşmelerde başarı sağlanamaması ve tartışmalı bölgelerin belirlenememesi durumunda Divan önüne götürülmesi gerektiğini savunmaktadır.

Taraflar arasında doğrudan sorunların özüne ilişkin olmayan konularda bile görüş  ayrılılıklarının bulunması, durumu güçleştirmektedir. Bu güçlükler iki ülke arasında sürdürülen iletişimin ve görüşmelerin kopmasıyla  artmaktadır da, bu ise, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde süren gerginliğin her iki tarafta olduğu kadar üçüncü ülkeler arasında da artık kanıksanmasına yol açmaktadır.

Bütün bunların yanı sıra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar ve tarafların konuyu ulusal kamuoyları önünde birer "ulusal dava" olarak göstermiş olmaları, süreç içerisinde, dış politika karar alıcılarının hareket alanlarını sınırlayıcı bir etki de yaratmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, özellikle taraflar arasında bir diyalog süreci başladığı durumlarda ulusal kamuoylarının hükümetlerini herhangi bir taviz verip vermediği bakımından duyarlılıkla izlediği görülmektedir. Hükümetler, ulusal kamuoyları önünde ulusal çıkarlar ve haklardan ödün vermekle suçlanmak istememektedirler. Bununla birlikte, özellikle son dönem gelişmeler dikkate alındığında, her iki ülkede de fanatik milliyetçiler bir yana bırakılırsa, ulusal kamuoylarının iki ülke arasında bir diyalog sürecinin başlatılması ve samimi çabalarla sorunların ele alınarak hakkaniyet ve adalete uygun barışçıl çözüme ulaşılabilmesi yönünde politikaları arzuladığı  ve desteklediği görülmektedir.

Bu bağlamda dile getirilmesi gereken bir diğer nokta ise, uluslararası siyasal sisteme ilişkindir;  Rusya Federasyonu'nun Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda genelde Batı, özelde ise, ABD çıkarları ile olan rekabeti dikkate alındığında, Türkiye'nin ve Yunanistan'ın aralarındaki uzlaşmazlıkları en azından erteleyerek işbirliği olanaklarını güçlendirmeleri gerektiğine ilişkin telkinlerin yapıldığı görülmektedir. Bölgede istikrarın ve işbirliğinin sürdürülebilmesi bakımından, bu iki ülkenin ılımlı bir diyalogun ardından işbirliğine yönelik girişimlerini hızlandırmış olmaları dikkate değerdir. 

İKİLİ İLİŞKİLERİN GENEL GÖRÜNÜMÜ
(devam)


1980 sonrası dönemde Türk - Yunan ilişkilerinde taraflar arasında sorunlara çözüm bulmayı amaçlayan görüşmeler kesilmiştir. Bunda büyük ölçüde, Papandreu  liderliğindeki PASOK Hükümeti'nin Türkiye'ye karşı izlediği yaklaşım etkin olmuştur. Gerçekten de, Papandreu Yunanistan'da hükümeti kurduktan sonra iki ülke arasında yapılan görüşmeler kesilmiş ve yapılan açıklamalarda iki ülke arasındaki sorunlara çözüm bulmak amacı ile yapılacak görüşmelere yeniden başlanabilmesi için bazı ön şartlar ileri sürülmeye başlanmıştır.

Papandreu'ya göre, Türkiye ve Yunanistan arasında başlayacak bir diyalogun ön şartını Türkiye'nin Kıbrıs'taki askerlerini geri çekmesi  oluşturmaktadır; iki ülke arasında diyalog süreci ancak bunun gerçekleşmesinden sonra başlatılabilir. Ege Denizi'ndeki uyuşmazlık konularına ilişkin olarak da Papandreu, Yunanistan'ın egemenlik hakları ve toprak bütünlüğünü ilgilendiren hiçbir konuda Türkiye ile görüşme masasına oturulamayacağını açıklamıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasında diyalog çabalarının sekteye uğramasından sonra zaman zaman ilişkilerin gerginleşmesine yol açan olaylar yaşanmış ve ortaya çıkan bunalımlar zorlukla atlatılabilmiştir. Özellikle Papandreu'nun Türkiye  ile Yunanistan arasında süren gerginliği bir iç politika malzemesi olarak kullanarak sık sık Yunanistan'a yönelik bir "Türk tehditi"nin var olduğundan söz etmesi, çıkan bunalımların güçlükle atlatılabilmesine yol açmıştır.

Gerçekten de, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında Yunan kamuoyunda oluşan Türk - Yunan savaşının çıkabileceğine ilişkin korkulu beklenti, zamanla Yunan ulusal birlik ve dayanışmasının katalizörü olmuştur. Öyle ki, 1980 sonrasında ABD üsleri kapatılacağı ve NATO karşıtı bir politika izleyeceğini açıklayan PASOK Hükümetleri  daha sonra NATO'dan çıkmamanın gerekçesi olarak Yunanistan'a yönelik bir "Türk tehditi"nin var olduğunu ileri sürmüşlerdir. PASOK Hükümetleri döneminde "Türk tehditi" propagandası o denli abartılmıştır ki, Papandreu, yapmış olduğu açıklamalarda Yunanistan'a asıl tehditin Varşova Paktı ülkeleri ve SSCB'den değil Türkiye'den geldiğini ileri sürmüştür.

Yunanistan'da oluşan Türkiye karşıtı yaklaşımlara karşın Türkiye zaman zaman açıklamalarda bulunarak Yunanistan'dan herhangi bir toprak talebinin bulunmadığını vurgulamış, ancak güvensizliği gidermek mümkün olmamıştır. Hatta Türkiye tarafından da önerilen saldırmazlık anlaşması imzalanması düşüncesi ciddi bir yaklaşımla değerlendirilememiştir.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasında son dönemlerin en önemli bunalımlarını şu şekilde sıralamamız mümkündür;

8 Mart 1984 tarihinde Ege Denizi'nde planlı tatbikatlarını yapmakta olan Türk Deniz Kuvvetlerine ait gemilerin bu gemileri izleyen bir Yunan destroyerine ateş açmış olduğu iddia edilerek Türkiye'nin protesto edilmesi ve ardından da Yunanistan'ın Ankara'daki Büyükelçisini geri çağırması. İki ülke arasında tırmanan gerginlik, olayın gerçek olmadığının anlaşılması üzerine yatıştırılmıştır.

Bir başka bunalım, 1987 Mart ayı sonlarında yaşanmıştır. Yunanistan'ın 1976 tarihli Bern Anlaşması'nı artık geçersiz olduğunu ileri sürerek Ege Denizi'nde ortağı bulunduğu  bir uluslararası şirkete petrol sondaj ruhsatları vermesi üzerine Türkiye, Bern Anlaşması'nın hâlâ yürürlükte olduğunu açıkladıktan sonra, kendisinin de tartışmalı bölgelerde petrol arayacağını bildirmiş ve HORA- MTA Sismik I  araştırma gemisini Ege Denizi'ne yollamıştır. Buna karşı Yunanistan, Sismik I gemisinin  tartışmalı bölgelerde araştırma yapması halinde geminin batırılacağını bildirmiş ve gerginlik artmıştır. Bunalım ancak ABD ve NATO ülkelerinin yaptıkları arabuluculuk sonunda iki ülkenin de kendi karasuları içerisinde kalacaklarını ve Bern Anlaşmasının geçerli olduğunu açıklamaları ile atlatılabilmiştir.

Bir diğer bunalım ise, 1989-90 döneminde Batı Trakya'da meydana gelen olaylar sırasında yaşanmıştır. 1989 seçimleri sırasında bağımsız bir liste oluşturarak parlamentoya seçilen Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif adlı Batı Trakya Türk azınlık temsilcilerinin seçim propagandaları sırasında kendilerini Türk soyundan Yunan vatandaşları olarak nitelemeleri ve bunu da propaganda bildirilerinde kullanmış olmaları, Yunan resmi makamlarının tepkisini çekmiş ve bu kişiler hakkında dava açılmıştır. Açılan davada kişiler mahkeme tarafından Yunan vatandaşları arasında ayrım yaptıkları ve kamu düzenini bozdukları gerekçesiyle, 18 ay hapse ve 3 yıl siyasi haklardan men edilme cezasına çarptırılmışlardır. Davanın sonuçlanmasından sonra Batı Trakya Türk azınlıklarının etnik kimliklerini yadsıyan resmi makamların yaklaşımlarının bir uzantısı olarak, Batı Trakya Türk azınlığına mensup kişilerin Gümülcine'de ev ve işyerlerine saldırılarda bulunulmuş ve tahrip edilmiştir. Türkiye'nin, Yunanistan'a Lozan Antlaşması'ndan kaynaklanan yükümlülüklerini hatırlatması üzerine iki ülke arasında diplomatik bir düello başlamış ve sonrasında  Gümülcine'deki Türkiye Başkonsolosu'nun istenmeyen kişi olarak ilan edilmesine karşılık olarak Türkiye de Yunanistan'ın İstanbul Başkonsolosu'nu istenmeyen kişi ilan etmiştir.

Bütün bunların yanı sıra, iki ülke arasında sürmekte olan uyuşmazlıklar, Türkiye'nin AET/AB ile bütünleşme çabaları karşısında önemli bir engel oluşturmaktadır. Yunanistan'ın 1981'den itibaren AET'e tam üye olarak katılması, bu ülkeye Türkiye ile ilişkilerinde avantaj kazandırmıştır. AET/AB çerçevesinde Türkiye'ye verilecek olan ekonomik yardımlar ve Türkiye'nin ortaklık başvurusu, Yunanistan'ın vetolarıyla engellenmektedir.

Diğer taraftan, NATO çerçevesinde de iki ülke arasındaki uyuşmazlıklar sürmektedir. Özellikle Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünü engelleyen Türk vetosunun kalkmasından sonra Ege Denizi'nde NATO komuta kontrol sorumlulukları konusunda anlaşmanın sağlanamamasının yaratmış olduğu  sorunların yanı sıra, Yunanistan'ın, Limni ve diğer bazı adalardaki silahlı kuvvetlerini NATO savunma planlarına dahil ederek adaların silahsızlandırılması yükümlülüğünden kurtarmaya çalışması, Türkiye'nin tepkisine neden olmaktadır. Türkiye'nin, Yunanistan'ın NATO çerçevesinde Türkiye'ye verilmesi planlanan askeri ve ekonomik yardımları veto etmektedir.

Günümüz Türk - Yunan ilişkilerinde yaşanan çözümsüzlük sürerken, her iki ülkede de kamuoyunun büyük bir kesimi artık çözümsüzlüğe bir son verilmesi gerektiği kanısını paylaşmaktadır. Siyasilerin birbirlerini karşılıklı olarak suçlamaları ve çözüm önerileri üretememeleri artık eleştiri konusu olmaktadır. Her iki ülke halkı da karşılıklı güven ve işbirliğinin geliştirilmesini istemektedir. Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların iç politikada propaganda malzemesi olarak kullanılması da artık eskisi kadar etkili olmamaktadır. Gerçi iki ülke siyasileri arasında yapılan görüşmeler sırasında esas sorunlar üzerinde herhangi bir çözüme ulaşılamamaktadır, ama iki ülke arasında uyuşmazlık konusu olmayan alanlarda işbirliğine gidilmesi gereği, giderek kabul görmektedir. Güven eksikliği ise, tarafların her türden girişiminin kuşku ile karşılanmasına yol açmaktadır.

1987 yılında DAVOS'da başlatılan iki ülke arasında diyalog ise, ilişkilerin güven ortamı içerisinde değerlendirilmesinde yetersiz kalmış ve yeni gerginliklerin ortaya çıkmasını engelleyememiştir. Bununla birlikte, özellikle Mayıs 1988'de Türkiye Dışişleri Bakanı Yılmaz ile Yunanistan Dışişleri Bakanı arasında imzalanan Atina Mutabakatı, Davos'da başlatılan ılımlı ilişkiler kurma sürecinin sürdürülmesinde önemli bir adım olmuş, taraflar karşılıklı güven arttırıcı önlemler konusunda mutabık kalmışlardır. [13]

1990'larda da ilişkileri gerginleştiren olaylar yaşanmıştır. Bunların büyük bir kısmı Türk savaş uçaklarının Yunanistan'ın iddia ettiği 10 millik hava sahasını tanımadığını göstermek için yapmış olduğu uçuşlardan kaynaklanırken, özellikle iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştiren konu, Yunanistan'ın ulusal karasuları sınırını 12 mile genişletebileceği iddiaları olmuştur. Nitekim, 1994 yılı Ocak ayından itibaren bu konudaki tartışmaların yoğunluğu dikkat çekmektedir.

Ocak 1994'de Yunanistan Başbakanı Papandreu, yaptığı bir radyo konuşmasında Ege Denizi kıta sahanlığı sınırının belirlenmesi konusunu iki ülkenin Lahey Uluslararası Adalet Divanı'na götürerek çözebileceği önerisini dile getirmiştir. Mayıs 1994'de Türkiye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü F. Ataman, Atina'nın ulusal karasuları sınırını 12 mile genişletmeyi arzulamasının kabul edilemez olduğunu dile getirerek böylesi bir kararın iki ülke arasında bir savaşa yol açacağını tekrarlamıştır. Buna karşılık olarak, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü K. Bikas da yapmış olduğu açıklamada, Yunanistan'ın ulusal karasuları sınırını 12 mile genişletmesinin egemenlik hakkı olduğunu dile getirmiştir. Bu arada gündeme getirilen bir başka konu ise, PKK terör örgütüne verilen destek konusu olmuş ve Yunanistan'ın bu örgüte vermiş olduğu destek sert bir dille kınanmıştır.  Yunanistan, Temmuz ayında yapmış olduğu bir açıklama ile bu iddiayı reddetmiştir.

Ekim 1994 tarihinde TBMM Başkanı Cindoruk, Yunanistan'ın ulusal karasuları sınırını 12 mile çıkarması kararının Türkiye'yi askeri hareketle karşılık verme durumuna getireceğini belirtmiştir. Savunma Bakanı M. Gölhan, Türkiye'nin Ege Denizi'nin barış gölü olmasını istediğini, Yunanistan'ın ulusal karasularını 12 mile genişletme yönünde çabaladığını bunun ise Türkiye tarafından kabul edilemez olduğunu açıklamıştır. Dışişleri Bakanı M. Soysal da Türkiye'nin Yunanistan ile olan sorunları barışçıl yöntemlerle çözmekten yana olduğunu, ancak Yunanistan'ın karasularını 12 mile genişletmesi gerçekleşirse, bunun savaş nedeni olacağını, 6 millik karasular sınırının her iki ülkenin de çıkarlarına en uygun sınırlandırma olduğunu açıklamıştır. Kasım ayında yapmış olduğu bir açıklamada Başbakan T. Çiller, Türkiye'nin Yunanistan'ın Ege Denizi'nde yaratacağı bir oldu bittiye asla izin verilmeyeceğini belirtmiştir. Bu arada, iki ülke silahlı kuvvetleri Ege Denizi'nde askeri tatbikatlara başlamış bu durum gerginliği arttırmıştır. 1995 yılı Ocak ayı sonunda Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan bir yazılı açıklama ile Türkiye'nin Ege Denizi'ndeki karasuları sınırının genişletilmesi konusunda izlemiş olduğu politikasında ve tepkisinde bir değişikliğin olmadığı vurgulanmıştır.

25 Aralık 1995 tarihinde Ege Denizi'nde yaşanan bir deniz kazası ise, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde o güne değin gündeme gelmemiş olan bir konuya dikkatleri çekmiştir; Figen Akat isimli bir Türk yük gemisinin Kardak kayaklıklarında karaya oturmasının ardından gelişen olaylar, bu adacıkların hangi ülkenin toprağı sayılacağı tartışmasını başlatmakla kalmamış, aynı zamanda, Ege Denizi'ne yayılmış olan ve statüleri henüz belirlenmemiş olan adacık ve kayalıklar dolayısıyla iki ülkeyi sıcak bir çatışmanın eşiğine de getirmiştir. Yunanistan, 1932 yılında Türkiye ve İtalya arasında imzalanmış bulunan protokole dayanarak bu kayalıkların Oniki Adalar'ı oluşturan bitişik adacıklar olduğunu, dolayısıyla, Yunanistan'ın egemenliğinde bulunduğunu iddia ederken Türkiye, söz konusu protokolün geçerliliğinin tartışmalı olduğunu belirtmekte ve bitişik adacıklar kavramının açıklığa kavuşturulması gerektiğini öne sürmektedir. [14]

1997-1998 dönemi ise, NATO Genel Sekreteri Javier Solana tarafından yürütülen Güven Arttırıcı Önlemler'in iki ülke arasında sağlanmasına yönelik girişimlere sahne olmuştur. Atina ve İstanbul Mutabakatları doğrultusunda iki ülke arasında gerilimi azaltıcı önlemlerin saptanarak yürürlüğe konulmasına çalışılmış; bu doğrultuda, Yunanistan'ın Genel Sekreterin önerilerini reddetmesine rağmen Türkiye, tek taraflı olarak, bu önerileri uygulamaya koyarak, Ege'deki görevleri sırasında Türk Hava Kuvvetleri uçaklarının silah yükü taşımayacaklarını; havada önleme olaylarını ortadan kaldırmak için Ege çıkışlı uçuşlarda, uçakların kimliklerini elektronik olarak tanıyan ikaz (IFF/SIF) cihazlarını çalıştırarak NATO tarafından öngörülen kodlarını bağlayacaklarını; Hava savunma sisteminin önemli bir unsuru olan Bölge Harekât Merkezlerinin muhabere devrelerinin Türkiye ve Yunanistan tarafından açılması ve karşılıklı bilgi aktarma konusunda mutabık kalınması halinde, Ege'deki uçuşlar hakkında bilgi alışverişine başlanabileceğini; Deniz ve havada yapılacak eğitim ve keşif gözetleme faaliyetlerinde uluslararası kuralların titizlikle uygulanmasına devam edileceği; Yunanistan'ın bu uygulamaları yıl boyunca kesintisiz sürdürmesi halinde moratoryumun 1998 yılı için üç aya çıkarılmasının kabul edileceğini açıklamıştır. [15]

1998-1999 dönemi, Türk - Yunan ilişkilerinde tartışılan bir diğer konu ise, Yunanistan'ın Türkiye'nin AB'ye tam üyelik başvurusuna çıkarmış olduğu engellemeler ve bu ülke ile Kıbrıs Rum kesimi arasında imzalanış bulunan Ortak Savunma Doktrini çerçevesinde yürütülen Kıbrıs'ın silahlandırılması faaliyetleri olmuştur. Kıbrıs Rum yönetimi tarafından adaya Rus yapımı S-300 füze sistemlerinin konuşlandırılacağının açıklanması, adadaki dengeyi bozacağından ve Türk toplumunun güvenliğinden endişe duyan Türkiye'nin sert tepkisine neden olmuştur. Türkiye, güvenliğine yönelik bir tehdit olarak algıladığını açıkladığı bu girişimin yarattığı sakıncaları ortadan kaldırmak için askeri önlemler de dahil olmak üzere gereken her türlü önlemi alma konusunda kararlılığını ifade etmiş ve füzelerin adadaki Türk askeri varlığı ile bir bağ kurularak pazarlık konusu yapılmasına izin vermemiştir.

1999 yılında  Türk - Yunan ilişkilerinde gerginliğe yol açan bir diğer sorun ise, bu ülkenin PKK ve lider kadrosuna vermiş olduğu desteğin açığa çıkması olmuştur. PKK lideri A. Öcalan'ın Suriye'den çıkarılmasına yol açan Türkiye'nin baskılarının ardından, Öcalan'ın Rusya, Yunanistan, İtalya ve Kenya arasında süren yerleşke arayışları sırasında Yunanistan'ın ve Kıbrıs Rum Kesimi'nin sağlamış olduğu destek, Öcalan'ın Kenya'da Türk istihbarat timlerinin düzenlemiş olduğu operasyonla ele geçirilmesinin ardından bütün gerçekleriyle açığa çıkmıştır. Öcalan'ın kullanmış olduğu pasaport Kuzey Kıbrıs Rum Cumhuriyeti tarafından verilirken, Kenya'da kalmış olduğu yer ise, Yunanistan'ın bu ülkedeki Nairobi Büyükelçiliği olmuştur. Ayrıca Öcalan'ın İtalya'dan çıkarılmasının ardından Yunanistan'a yapmış olduğu ziyaret ve ardından Kenya'ya geçişi sırasında da Yunan istihbarat servisi ve siyasi yetkilileri Öcalan'ın yanında bulunmuşlardır. Bütün bu gelişmeler sırasında Yunanistan'ın PKK'ye vermiş olduğu destek bütün açıklığıyla gözler önüne serilmiş ve Yunanistan'da siyasi bunalıma yol açmış, olaya karışan yetkililer hakkında soruşturma açılırken Dışişleri Bakanı Pangalos istifa etmek zorunda kalmıştır.

Bu arada iki ülke arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkileyen kimi olaylar da yaşanmıştır. 17 Ağustos 1999 tarihinde Türkiye'de yaşanan deprem afeti sırasında ve sonrasında Yunanistan ve Türkiye arasında özellikle halkların birbirlerine olan yaklaşımlarını insani boyutta değerlendiren gelişmeler yaşanmıştır. Karşılıklı yardım ve dayanışmanın örnekleri yaşanırken, iki halk arasında kişiliklere ve niyetlere ilişkin olumsuz algılamaların nedenleri ve etkisi üzerinde bir tartışma yaşanmış; medya, iki halk arasındaki bu dostluk ve dayanışmanın siyasi düzeyde de sürdürülmesi gerektiğine işaret eden haberler vermeye başlamıştır. Bu bağlamda, siyasilerin de dış politikada ulusal çıkarları göz ardı etmeyen ve iki ülke arasındaki diyalog sürecini olumlu yönde geliştiren açıklamalarda bulundukları gözlenmiştir.

Son bir değerlendirme yapmak gerekirse; Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlara daha oldukça uzun bir süre çözüm bulunamayacağı düşünülebilir. Tarafların kendi tezlerinde izlemiş oldukları katı tutumlar devam ettiği sürece iki ülke arasındaki uyuşmazlığı gidermek oldukça güç bir uğraş olarak gündemdeki yerini koruyacaktır. Giderek, iki ülke arasındaki gerginlik tırmandıkça ve çözümsüzlük sürdükçe, sorunların bir savaşla çözümlenebileceğine ilişkin yaklaşımlar tartışılmaya başlanacak ve günün birinde, taraflardan herhangi biri, ulusal ve/veya uluslararası ortamı uygun bulduğu bir anda, isteklerini savaşa başvurarak gerçekleştirmeye çalışacaktır. Bu nedenle, her iki ülkede de sorunların çözüme vardırılması zorunluluğunun yanı sıra, izlenmesi gereken yöntemin hukuksal ve/veya siyasal olması gereğine olan inancın da yerleştirilmesi zorunludur. Herkes tarafından vurgulandığı gibi, Ege Denizi iki ülkeyi ayıran değil birleştiren bir deniz olmalıdır.

Ocak ve Şubat 2000 tarihlerinde Yunanistan Dışişleri Bakanı'nın Ankara'yı ardından da Türkiye Dışişleri Bakanı'nın Atina'yı resmen ziyaret etmeleri ve bu ziyaretler sırasında esas sorunlara ilişkin olmamakla birlikte yakınlaşmayı ve işbirliğini geliştirecek alanlarda önemli anlaşmalar imzalamış olmaları, her iki ülkede de barış, karşılıklı dostluk ve güvene dayalı işbirliği arzularının siyasi iktidarlar tarafından da benimsenmekte olduğunu göstermiştir.[16]Bununla birlikte, esas sorunların tartışılmaya başlanacağı ve 10-11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi'nde de dile getirilen 2004 tarihine kadarki süreçte, tarafların gösterecekleri esneklik ve uzlaşmacı yaklaşım ilişkilerin yeniden gerginliğe dönüşüp dönüşmeyeceğini de belirleyecektir.

Tarihin her döneminde köklü düşmanlıklar yaşamış ulusların, artık günümüzde karşılıklı güven ortamı içerisinde dostluk ve işbirliğini geliştirdiklerini görmekteyiz. Neden Türk ve Yunan halkları bu hakka layık olmasınlar? 
  
 


13-  27 Mayıs 1988 Atina Mutabakatı aşağıdaki gibidir; İki taraf aşağıdaki güven arttırıcı önlemler üzerinde mutabık kalmışlardır:1) Her iki  taraf yek diğerinin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne ve Ege'nin açık deniz alanlarını ve uluslararası hava sahasını kullanma haklarına saygı gösterilmesi yükümlülüğünü teslim etmektedirler.

2) İki taraf açık deniz alanları ve uluslararası hava sahasında milli askeri faaliyetler icrasında, deniz ve hava trafiğinin uluslararası belgeler, kurallar ve yönetmeliklerde öngörülen çerçevede kolayca akımına müdahale etmemeye gayret göstereceklerdir. Bu istenmeyen gerginlik kaynaklarının ortadan kaldırılmasına ve çatışma riskinin azaltılmasına katkıda bulunacaklardır.

3) İki taraf açık deniz alanlarına ve uluslararası hava sahasında notam veya diğer bildirim veya ikaz gerektiren milli askeri tatbikatların planlanması ve icrasının, aşağıdaki hususları da mümkün olacak azami ölçüde bertaraf edecek şekilde yürütülmesine mutabık kalmışlardır.

i) Belirli bölgelerin tecrit edilmesi.

ii) Tatbikat alanlarının uzun süreler için kapatılması.

iii) Tatbikatların turizmin en yoğun olduğu dönemlerde (Her yıl 1 Temmuz'dan 1 Eylül' kadar -1988 yılı için 7 Temmuz - 1 Eylül) ve başlıca milli ve dini resmi tatillerde icra edilmemesi.

 Bütün milli askeri faaliyetlerin planlanması ve icrası mevcut uluslararası kural, yönetmelik ve usullere uygun olarak yürütülecektir.

4) İki taraf yukarıdaki hususların gerçekleştirilmesi amacıyla ve mevcut uluslararası yönetmelik ve usuller saklı kalmak kaydıyla gerektiğinde diplomatik yollardan bilgi teatisinde bulunacaklardır.

5) Bu Mutabakat Muhtırası'nın hükümleri, Davos Ortak Basın Bildirisi'nin hükümleriyle birlikte geçerli olacak ve bunlara tümüyle uygun olarak tatbik edilecektir. 
Dış Basında Dışişleri Bakanı A. Mesut Yılmaz'ın Atina Ziyareti, Ankara: TC Başbakanlık BYE Genel Müdürlüğü Yay. Mayıs1988, ss. 57-58.14-  1932 yılında Türkiye ve İtalya arasında Meis bölgesinin statüsünü düzenleyen 4 Ocak 1932 tarihli Anadolu Sahilleri ile Meis Adası Arasındaki Ada ve Adacıkların ve Bodrum Körfezi Karşısındaki Ada'nın Cihedi Aidiyeti Hakkındaki Sözleşme ile deniz sınırlarına ilişkin uyuşmazlık giderilmiş; aynı gün yapılan bir mektup değişimi ile de Türk - İtalyan deniz sınırının iki taraf arasında hiçbir tartışma konusu olmayan geri kalan kısmının çizilmesi için bir Türk - İtalyan teknisyenler toplantısı düzenlenmesi önerilmiş  ve bunun sonucu, 28 Aralık 1932 tarihinde bir protokole dönüşmüştür. Uluslararası hukuk açısından herhengi bir geçerliliği bulunmayan bu teknisyenler zaptı, Yunanistan tarafından Kardak bunalımı sırasında söz konusu kayalıkların aidiyetine ilişkin olarak ileri sürülmüştür. Bu konudaki tartışmalar için bkz; Ali Kurumahmut, (Y. Hazırlayan), Ege'de Temel Sorun  Egemenliği Tartışmalı AdalarAnkara: TTK Yayınları, 1998. 
15-  Bu konuda bkz; Lale Sarıibrahimoğlu, "Askerlerin Gizli Diyaloğu", Cumhuriyet, 24 Mayıs 1998, s. 1; "NATO Genel Sekreteri'nin İyi Niyet Girişimleri / 1 Temmuz 1997", "NATO Genel Sekreteri'nin Önerilerine Yunan Hükümetinin Yaklaşımı / 3 Temmuz 1997", http://access.ch/turkei/GRUPH/H977.htm, B. Tarihi: 24/10/2000; "Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Sayın Necati Utkan'ın Ege'de Güven Arttırıcı Önlemler Konusundaki Bir Soruya Verdiği Cevap", http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/TURKHABER/1988/17haziran/T5.htm, B. Tarihi: 24/10/2000. 
16- Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan anlaşmaların G. Papandreu'nun İ. Cem'e göndermiş olduğu 25 Haziran 1999 tarihli mektupta sözü edilen alanlarda -kültür, turizm, çevre, ticaret, örgütlü suç, yasadışı göç, uyuşturucu ticareti gibi- olması ilginçtir. Söz konusu alanlarda işbirliğine gidilmesine ilişkin öneriler 1970'lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleştirilen hemen her diyalog arayışında gündeme getirilmekle birlikte sonuçsuz kalmıştır. T. Niles tarafından Nisan/Mayıs 1998 tarihinde yazılan ve Strategic Regional Report'ta yayınlanan bir makalede iki ülke arasında kurulacak bir yakınlaşmanın ticaret, turizm ve çevrenin korunması yanında uyuşturucu ticareti, yasadışı göç, mülteci ticareti, organize suçlar üzerinde gerçekleşmesi gerektiği vurgulanmıştır. Thomas Niles, "Greek-Turkish Cooperation", Strategic Regional Report, April/May 1998, Western Policy Center, Washington. http://csmonitor.com/durable/1998/06/17fp19s1-csm.htm B. Tarihi: 06/04/1999. Niles'ın ABD'nin eski Atina Büyükelçisi olarak 1993-1997 arasında görev yaptığı dikkate alınırsa bu durum ilginçtir.

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:16

İKİLİ İLİŞKİLERİN GENEL GÖRÜNÜMÜ

Yazan

I. BÖLÜM

İKİLİ İLİŞKİLERİN GENEL GÖRÜNÜMÜ

 

Türkiye ve Yunanistan, ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarına kadar uzun bir tarihsel birlikteliği paylaşmışlardır. [3] İstanbul'un Türkler tarafından fethinden 19. yüzyılın sonlarına kadar Yunan ulusu, Türklerin egemenliği altında Osmanlı Devleti'nin sosyo-ekonomik yaşantısında olduğu kadar, askeri ve siyasi yaşamında da etkin roller üstlenerek aynı kadere ortak olmuşlardır. Böylesine uzun bir süre birlikte yaşanmış olmasına rağmen, Osmanlı Devleti içerisinde Yunanlıların ulusal kimliklerini koruyabilmiş olmalarının belki de en önemli nedeni, Osmanlı toplumsal sistemindeki yapılaşma olsa gerek. Gerçekten de, fetih esası üzerine kurulmuş olan Osmanlı sisteminde kazanılan yeni topraklar üzerinde yaşayan halklar, Müslüman olan ve olmayan ayrımına tabi tutularak sınıflandırılmış ve ayrımda din ögesi ön planda bulunmuştur. [4]

Osmanlı Devleti'nin azınlıkları dinsel ayrıma tabi tutarak sınıflandırması ve azınlıkları mensup oldukları kiliseler aracılığı ile denetlemesi, kilise yönetimlerinin alacağı kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanmasına yol açmıştır. Bu yolla azınlıklar üzerinde etkin bir rol üstlenen kiliselerin gücü, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar ve Avrupa'da sınırlarını genişletmesine bağlı olarak artmıştır. Özellikle Fener Ortodoks Kilisesi'nin [5] yetki ve haklarının genişletilmesi ve bunların yönetimin etkin garantisi altında bulunması, bir yandan kilisenin dinsel/etnik azınlıklar üzerindeki denetimini artırırken, diğer yandan da ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak çabasındaki azınlıkların kilise ile işbirliği ilişkilerini sağlamlaştırmıştır. [6]

Osmanlı Devleti'nin azınlıklara yönelik yaklaşımı içerisinde Rum/Yunanlıların ayrıcalıklı konumları, Osmanlı Devleti'nin gerileme sürecine girmesiyle değişim geçirmeye başlamıştır. 1789 Fransız Devrimi'nin yaymaya başladığı vatandaşlık hakları ve ulusçuluk anlayışı, farklı etnik ve dinsel  toplulukları bünyesinde barındıran ve üstelik sosyo-ekonomik açıdan gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti'nde de etkisini göstermiştir. Bu bağlamda, Avrupa ile yakın ilişkileri bulunan Balkan halkları arasında ulusçu yaklaşımlar yaygınlık kazanmaya başlamıştır.

Yunan kökenli halklar içerisinde ulus bilincinin yerleşmeye başlamasıyla birlikte, Osmanlı Devleti'ne karşı yoğun bir bağımsızlık mücadelesi başlamıştır. Yunan "başkaldırısı", Osmanlı Devleti'nin Avrupa ve Balkanlardan atılmasında çıkarlarının gerçekleştirilmesi açısından yarar gören İngiltere ve Rusya gibi diğer devletler tarafından da desteklenmiştir. Yunan başkaldırısı, ancak 1830'larda ulusal bağımsızlığın kazanılmasıyla başarıya ulaşabilmiştir. [7]

Böylece, bir yandan Osmanlı Devleti toprak kaybetme sürecini yaşarken, diğer yandan da, Yunanistan'ın genişleme süreci içerisinde olmasıyla ortaya çıkan ve etkileri bakımından günümüzde de yoğun olarak ilişkilerde gözlemlenen bir uyuşmazlığın ilk izleri ortaya çıkmaya başlamıştır.

1830'lardan başlayarak, Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda toprak kaybetmeye başlamasıyla birlikte, Yunanistan'la Osmanlı Devleti arasında büyük oranlarda insan değişimleri, göçler yaşanmış ve giderek karşılıklı bir azınlıklar sorunu ortaya çıkmıştır. 1830 yılında hazırlanan Londra Protokolü ile Yunanistan sınırları içerisinde kalan Müslüman toplumunun azınlık hakları garanti altına alınmaya çalışılmıştır.

1912 - 1913 Balkan Savaşları ile birlikte, Osmanlı Devleti'nin toprak kayıplarından Yunanistan sürekli olarak genişleyen taraf olarak kazançlı çıkmıştır. Bu çerçevede yeni kitlesel göçler yaşanırken, azınlıklar sorunu giderek daha derinleşmiştir. Bu bağlamda, Yunanistan'ın dış politikasında uzun dönemli etkileri gözlemlenen "Megali İdea" [8] politikasının bu dönemde hızlı bir gelişme gösterdiği söylenebilir.

N. Svoronos bu gelişmeleri şu şekilde  değerlendirmektedir;

"Tüm Avrupa halklarının ulusal mücadeleleriyle sarsılan bir dönemde, Hellen  (Yunan) topraklarının ancak bir bölümünün kurtarılmasıyla Hellenlerin ulusal istekleri getirilmiş olamazdı. Böylece, Hellen dış politikasının temel amacı, ülke dışında kalan Hellen topraklarının ele geçirilmesi oldu. Ne ki Hellenizmin sınırlarını saptamak ve de bir devletin isteklerini sınırlandırmak güçtü. Sonuçta, Bizans İmparatorluğu'nu yeniden canlandırmak fikri gelişmeye başladı. Bu Yunanistan'ın uzun yıllar dış politikasına egemen olacak olan "Megali İdea" dedikleri görüştü" [9]
Yunanistan'ın bu yöndeki çabaları, en son olarak, 1919'dan 1923'e kadar devam eden "Küçük Asya" - Anadolu macerası ile kendini göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti'ne zorla imzalatılan Sevr Antlaşması'nın [10], Anadolu'nun Ege Kıyılarını Yunanistan'a bırakmasına  dayanarak bu bölgeleri işgal etmeye başlayan Yunanistan'ın bu girişimi, Osmanlı Devleti'nin tasfiyesiyle sonuçlanan  ve Türklerin ulusal bilinçle oluşturacakları bağımsız bir Türk devletinin kuruluş yollarını açmıştır.Yunanistan ve Türkiye arasında ilişkiler, Türk ulusal kurtuluş savaşı sonrasında farklı bir gelişim çizgisine oturtulmaya çalışılmıştır. Anadolu'da uğramış oldukları ağır yenilgi sonrasında Yunanistan, askeri açıdan olduğu kadar siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan da ağır  ve bunalımlı bir dönem içerisine girmiştir. Bu bağlamda, Yunanistan'da "Megali İdea"nın gerçekleştirilmesi olanaksız bir düş olduğu kanısı ulusal liderlere egemen olmuştur.

Savaş sonrası dönemin yöneticileri, 1923 Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye ve Yunanistan arasında kurulan dengenin korunmasına özen göstermişlerdir. Gerçi 1930'lara kadar Türkiye ve Yunanistan arasında Lozan Antlaşması'nın gerçekleşmesini tehlikeye soktuğu için çözümü iki ülke arasındaki görüşmelerle sağlanmak üzere ertelenmiş bulunan ahali değişim sorunu üzerinde kesin bir anlaşmaya varılamamıştır ama, her iki ülke de, yeniden bir savaşa yol açabilecek davranışlardan elden geldiğince kaçınmışlardır.

Nihayet 1930'da, iki ülke arasında ahali değişimi konusunda görüş ayrılıkları giderildikten sonra, yakınlaşma çabaları artmıştır. Böylece, Yunanistan ve Türkiye arasında 1930 yılında üç önemli antlaşma imzalanmıştır;

Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Anlaşması;
Deniz Kuvvetlerinin Sınırlandırılması Hakkında Protokol,
İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Sözleşmesi.
İki ülke arasındaki ilişkilerde sağlanan yumuşama ortamı içerisinde geliştirilen dostluk ve işbirliği, bu ülkelerin diğer Balkan devletleri ile olan ilişkilerine de yansımış ve gelecekte kurulacak olan "Balkan Antantı"nın temelleri böylece atılmıştır. Türkiye Başbakanı İ. İnönü'nün Yunanistan'ı ziyareti ise, iki ülke arasında Balkanlarda kurulacak olan dostluk ve işbirliğinin temellerinin atılması için gerekli görüş alışverişinin yapıldığı toplantı niteliğini kazanmış ve Balkan Antantı için bir ön adım olmuştur. Böylece, 1933 yılında iki ülke arasında imzalanan "Samimi Anlaşma Paktı" ile her iki ülke de sınırlarını karşılıklı olarak garanti etmiş ve iki ülke arasındaki bu pakt, Balkanlarda benzer kaygıları paylaşan Romanya, Yugoslavya'yı da harekete geçirerek bu ülkelerin de katıldığı bir ortak pakta dönüşmüştür. 1934 yılı Şubatında, bu dört ülke arasında Balkan Antantı imzalanmıştır. 27 Nisan 1938 tarihinde ise, Türkiye ve Yunanistan arasında 30 Teşrinievvel 1930 Tarihli Türk - Yunan Dostluk, Bitaraflık, Uzlaşma ve Hakem Muahedenamesi ile 14 eylül 1933 Tarihli Samimi Anlaşma Misakına Munzaam Muahedename imzalanmış; bu anlaşma ile Akdeniz'de giderek daha fazla hissedilmeye başlayan İtalyan tehlikesi karşısında iki ülke arasındaki dayanışma kuvvetlendirilmeye, bir saldırı durumunda birbirlerine karşı tarafsızlıklarını korumaya, anlayış ve dayanışma içinde olacaklarına ve birbirlerine siyasal destek sağlamaya karar vermişlerdir. [11]1930'ların ikinci yarısı, Türk - Yunan ilişkilerinin yeni bir sayfasını oluşturacak gelişmelere sahne olmuştur; İtalya'nın Habeşistan'a saldırmasının Akdeniz'de yaratmış olduğu güvenlik kaygıları, Milletler Cemiyeti'nin İtalya'ya karşı aldığı önlemler, Nyon Konferansı'nda alınan kararların uygulanmasında karşılaşılan güçlükler, Akdeniz'e kıyıdar ülkeler olarak Yunanistan ve Türkiye'nin İtalya ile olan sınırlarından dolayı güvenlik endişesi içerisinde olmalarını ve ittifak ilişkilerini sağlamlaştırmanın yollarını aramalarını gerektirmiştir. İtalya karşısında İngiltere'nin desteğinin sağlanması ise ayrı bir önem kazanmıştır.

1939 yılında İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile birlikte, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler yeni bir sürece girmiştir. Balkan Antantı ile ittifak bağları bulunan Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler, bu ülkenin 1941 yılı Nisan'ında  Almanlar tarafından işgal edilmesiyle kesintiye uğramıştır. Yunanistan'ın Balkan Antantı'nı imzalarken ileri sürmüş olduğu çekinceler bu ülkenin önce İtalyanlar daha sonra ise Almanlar tarafından işgal edilmesi sırasında Türkiye'nin yardımda bulunmasını önlemiştir.

Savaş döneminde kesilen iki ülke arasındaki ilişkiler, savaş sonrasında yeniden canlanmaya başlamıştır. 1946'da  Yunanistan'da başlayan iç savaşın 1949'da sona ermesiyle birlikte, Türkiye ve Yunanistan, savaş sonrası uluslararası sistemin yeniden yapılanması sırasında kurulan dengede İngiltere ve ABD'nin öncülüğünü yaptıkları Batı sistemi içerisinde tekrar biraraya gelmişlerdir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere'nin, Türkiye ve Yunanistan'ın da içerisinde bulunduğu Yakın ve Ortadoğu'daki müttefiklerine yardımda bulunmak konusunda yeterince istekli davranmaması ve Sovyetler Birliği'nin bölgede bazı yayılmacı isteklerle ortaya çıkması; 1940'ların ikinci yarısından itibaren bölgede ABD'nin askeri, siyasi ve ekonomik etkinliğinin artmasına yol açmıştır. Savaş sonrası dönemde SSCB ile anlaşmanın kolay olmayacağını, hatta imkansızlaşacağını  biraz geç de olsa gören ABD, SSCB etrafında bir çevreleme politikası uygulamayı planlayınca, Türkiye ve Yunanistan, stratejik konumları açısından ABD'nin dikkatini çekmiş ve genelde Batı, özelde ise ABD ve İngiltere'nin bölgedeki çıkarlarının korunması açısından Türkiye ve Yunanistan'ın Batı ile işbirliği içerisine alınması gerekmiştir. Böylece iki ülke de 1947 yılından başlayarak ABD'den, Truman Doktrini olarak adlandırılan bir program çerçevesinde ekonomik ve askeri yardım almaya başlamışlardır. Türkiye ve Yunanistan'ın savaş sonrası dönemde Batı ve ABD yanlısı bir yönelim içerisinde olmaları, iç politikaları açısından da yeni düzenlemelere gidilmesini gerektirmiştir. Nitekim, 1946'dan başlayarak Türkiye, siyasi rejim açısından çok partili demokratik sisteme geçiş için önemli adımlar atmıştır. Yunanistan'da da 1949'da iç savaşın sona ermesiyle birlikte Batı yanlısı, İngiltere/ABD yanlısı bir siyasi rejimin kurulması söz konusu olmuştur. Bu ülkelerde savaş sonrası dönemde ortaya çıkan "Komünizm Paranoyası", sol düşünceye kapalı ve alabildiğine ABD yanlısı bir yönetimin iktidara gelmesiyle sonuçlanmıştır. ABD ile kurulan bağlar, sonuçta Türkiye ve Yunanistan'ın 1952 yılında Batı bloğunun askeri örgütlenmesi olan NATO'ya kabul edilmelerine zemin hazırlamıştır.

Savaş sonrası dönemin Türk - Yunan ilişkileri açısından 1950'li yıllar ilginç bir görünüm sergilemektedir. İki ülke arasındaki ilişkiler Batı ağırlıklı olarak gelişme gösterirken, ikili düzeyde ileride tırmanma gösterecek olan kimi sorunların iç politikada tartışılmaya başlandığı görülmüştür. Savaş sonrası dönemin Türk - Yunan ilişkilerine getirmiş olduğu en önemli değişikliklerden birisi, hiç kuşkusuz, daha önce İtalya'nın egemenliğinde olan Oniki Adalar'ın 1947 Paris Barış Antlaşması çerçevesinde Yunanistan'a bırakılması olmuştur. Oniki Adalar'ın Yunanistan'a bırakılması ve daha savaş döneminde Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesi gerektiği yolundaki tartışmaların savaş sonrasında Kıbrıs Rum ve Yunan kamuoyunun gündeminde tutulması, Türkiye ve Yunanistan arasında çıkabilecek bir uyuşmazlığın ilk işaretleri olmuştur.

Gerçekten, Yunanistan'da Türkiye'nin Oniki Adalar'ın Yunanistan'a bırakılması sırasında sessiz kalmış olmasına dayanan ve Kıbrıs Rum toplumunun "Enosis" amaçlı isteklerini öne süren bazı politikacılar, Kıbrıs sorununu uluslararası alana taşıyarak İngiltere'nin Kıbrıs'ı Yunanistan'a bırakmaya zorlayan bir politika izlemesini savunurken, kimi politikacılar, böylesi bir yaklaşımın Yunanistan'ın İngiltere ve daha sonra da Türkiye ile olan bağlarını tehlikeye düşürebileceğini savunmuşlardır. Bu bağlamda, Kıbrıs sorununun uluslararası alanda giderek daha çok tartışılmasına koşut olarak, Yunanistan'ın, Türkiye'ye karşı izlemiş olduğu politikada da farklılıklar gözlenmiştir. Öyle ki, Türkiye'nin Kıbrıs sorununda bir taraf olmasının kabul edildiği 1955 Londra görüşmelerine kadar Yunanistan ile Türkiye arasındaki dostluk ve işbirliği havası, 1950'lerin ikinci yarısından itibaren tamamen tersine dönmüş ve iki ülke arasındaki ilişkiler bozulmaya başlamıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusunda ortaya çıkan görüş ayrılıkları bu ülkelerin Balkanlarda oluşturmaya çalıştıkları karşılıklı dostluk, güven ve işbirliği çabalarını da sekteye uğratmıştır. Özellikle Yunanistan'ın Kıbrıs konusundaki istemlerini açıklaması karşısında Türkiye'nin uzun bir süre Kıbrıs sorununu İngiltere'nin bir iç sorunu olarak görmüş olduğunu açıklaması, Yunanistan'ın Türkiye'ye yönelik yaklaşımını ılımlı yapmış ve iki ülke arasında Balkanlarda kurulacak bir işbirliğinin ilk adımları atılabilmiştir. 1953 yılında Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Ankara'da imzalanan Dostluk ve İşbirliği Anlaşması, 9 Ağustos 1954 tarihinde Yugoslavya - Bled'de imzalanan bir antlaşma ile Balkan Paktı'na dönüşmüş ve üye ülkeler arasında bir ittifak ilişkisi oluşturmayı amaçlamıştır. Ancak Balkan Paktı'nın ömrü uzun olmamış, önce Yugoslavya'nın pakttan ayrılması ve ardından da Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusunda görüş ve çıkar ayrılıklarının ilişkileri gerginleştirmesiyle bu pakt çökmüştür.

1955 Londra görüşmeleri sonrasında, Kıbrıs sorununa taraf olan ülkeler arasında Türkiye'nin de yer almasıyla birlikte, Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkilerin yönelimini belirleyen bir süreç izlenmeye başlamıştır. Bu bağlamda, Türk-Yunan ilişkilerinde önemli bir başka konu olan azınlıklar konusu da iki ülke arasında Kıbrıs konusundaki görüş ayrılıklarının keskinleşmesinden etkilenmiştir. Kıbrıs konusunun her iki ülkede de ulusçu bir yaklaşımla ele alınmasının bir sonucu olarak fanatik gruplar, yapılan propagandalardan etkilenerek azınlıklara yönelik saldırılarda ve baskılarda bulunmuşlardır. Özellikle Londra görüşmeleri sürerken Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılan bir toplantının İstanbul azınlıklarının ev ve işyerlerinin yağmalanması ve tahrip edilmesiyle sonuçlanan saldırı eylemine dönüşmesi, iki ülke halkları arasında geçmişte yaşanan acı anıların tekrar canlanmasına neden olmuştur.

1956'dan başlayarak, 1959-60'lara kadar Türkiye ve Yunanistan arasındaki ikili ilişkilerin gündemini Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm arayışları oluşturmuştur. Nihayet 1959 yılında Zürih ve Londra Anlaşmaları ile İngiltere, Türkiye ve Yunanistan'ın garantörlüğü altında Kıbrıs'ta bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmasının karara bağlanması ile iki ülke arasındaki ilişkiler yeni bir boyut kazanmıştır.

Kıbrıs sorununa bu şekilde bir çözümün bulunmasının iki ülke arasındaki gerginliğe son vereceği beklenirken, kısa bir süre sonra, Kıbrıs'ta Rum liderlerin mevcut anayasal düzeni değiştirerek Kıbrıs Türk toplumunun anayasal haklarını sınırlandırmak istemesi ve buna karşı çıkan Türkler üzerinde terör ve baskı uygulamaya başlaması, ilişkilerin yeniden gerginleşmesine neden olmuştur. 1963-64 yıllarından itibaren Kıbrıs Türk toplumunun  sindirilmesi ve yok edilmesi hareketiyle birlikte sürdürülen Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması "Enosis" çabaları, garantör devlet statüsündeki Türkiye'nin, Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumu liderleri ile olan ilişkilerinin sertleşmesine neden olmuştur.

1960'lı yılların ilk yarısından itibaren Yunanistan'da Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması fikrinin yaygınlık kazanması ve olayın bir ulusal dava durumuna dönüştürülmesi, benzer bir gelişmenin Türkiye açısından da söz konusu olmasıyla, her iki ülkede de dış politika stratejilerin bu konu esas alınarak oluşturulmaya başlanmıştır. Özellikle, Türkiye'nin Kıbrıs Türk toplumu üzerinde oluşturulan baskılar karşısında sessiz kalmayarak garantörlük statüsünün kendisine vermiş olduğu müdahale hakkını kullanmak istemesi, iki ülke arasında ileride Kıbrıs sorunundan kaynaklanan bir savaş olabileceği tehlikesinin ilk işaretleri olarak algılanmaya başlanmıştır.

Kıbrıs sorunu, Türk dış politikasında önemli değişiklikler yaratan bir konu olarak 1960 sonrası dış politikası tercihlerinin değişmesine büyük oranda katkıda bulunmuştur. 1964 yılında Türkiye'nin anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hakkına dayanarak Ada'da Türk toplumuna yönelik imha girişimlerini silahlı kuvvet kullanarak önlemek istemesinin ABD tarafından verilen ünlü "Jhonson Mektubu" ile engellenmiş olması ve Türkiye'nin diplomatik nezaket kurallarını aşan bire üslupla tehdit edilmesi, Türkiye'de yeni bir dış politika sürecinin başlangıcını oluşturmuştur.

1960'lı yıllar, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorunundan kaynaklanan bir sıcak savaş riskini taşımıştır. Bu risk, sonunda 1967 yılında Yunanistan'da gerçekleştirilen bir darbe ile iktidara el koyan Albaylar Cuntası'nın desteklemiş olduğu EOKA hareketinin, Kıbrıs'ta 1974 yılında Makarios yönetimini devirerek Enosis'i gerçekleştirmek istemesi üzerine tekrar gündeme gelmiştir.

1974 sonrası dönem, Türk - Yunan ilişkilerinin en yoğun ve karmaşık dönemini oluşturmuştur. 1973 Kasım ayında, iki ülke arasında Ege Denizi kıta sahanlığında Türkiye'nin TPAO'ya petrol arama ruhsatları vermesi ile ortaya çıkan gerginlik, 1974 Haziran ayında ortaya çıkan Kıbrıs bunalımı ile ikinci planda kalmıştır. Kıbrıs Barış Harekâtı'nı izleyen günlerde iki ülke arasındaki uzlaşmazlığı giderecek görüşmelere başlanmış, ancak Kıbrıs sorununda olduğu gibi diğer sorunlarda da ilerleme kaydedilememiştir.

1975 ve 1976 yılları, bir yandan Kıbrıs sorununa toplumlar arası görüşmeler yoluyla çözüm bulunması çabalarına sahne olurken diğer taraftan, iki ülke arasında karasuları ve kıta sahanlığı konusunda yeni krizler yaşanmaya başlanmıştır. Bu krizler, iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarının giderilememesiyle daha da derinleşmiş ve taraflar karşılıklı olarak birbirlerini "düşman" olarak görmeye ve ulusal çıkarlarını karşı tarafın "tehditi" altında hissetmeye başlamışlardır.

1980'lere kadar, iki ülke arasındaki ikili ve çok taraflı ilişkilerin özünü sorunlara görüşmeler yoluyla çözüm bulabilme çabaları oluşturmuştur. Her ne kadar görüşmeler sırasında sorunlara adil ve kalıcı bir çözüm yolu bulunamamışsa da iki ülke arasında süren diyalog, karşılıklı gerginliğin azaltılmasında önemli rol oynamıştır. Bu durum 1980'lerden itibaren değişmeye başlamıştır.

1970'lerin ikinci yarısı, Türk dış politikasında oldukça yoğun bir ilişki ağına sahne olmuştur. Bir yandan Türkiye'nin Yunanistan'la olan sorunları sürerken diğer taraftan Kıbrıs sorunun uluslararası boyutlarının getirdiği ABD silah ambargosu, ekonomik yardım isteklerinin şarta bağlanması gibi sorunlar, Türk diplomasisinin gündemini oluşturmaya başlamıştır. Türkiye bir yandan uluslararası ilişkilerinde bu sorunların çözümlenmesi için  yoğun çaba harcarken diğer taraftan da iç politikada istikrarsız bir dönem geçirmeye başlamıştır. Türk - Yunan ilişkilerinde süren çözümsüzlük, Türkiye'nin NATO, AET/AB,  Avrupa Konseyi ve ABD  ile olan ilişkilerinde önemli bir engel olarak karşısına çıkmıştır ve Türkiye uzun süre bu engelleri kaldırabilmek için çaba harcamıştır.

1980'lerin başında, Türk - Yunan ilişkilerinde belirgin bir duraklama yaşanmaya başlamıştır. Türkiye'de 12 Eylül askeri darbesinin yaratmış olduğu antidemokratik ortamda dikkatlerin bir anda iç politika sorunları üzerinde toplanması, dış politika sorunları üzerinde siyasilerin olduğu kadar basın ve kamuoyunun da yeterince etkin olmalarını önlemiştir. Darbe sonrasında kurulan Milli Güvenlik Konseyi'nin almış olduğu kararların alınış şekli ve bunların iç ve dış politika ilişkilerine yansıması, sonradan oldukça yoğun eleştirilerin yapılmasına kaynaklık etmiştir. Türk - Yunan ilişkileri açısından eleştirilen en önemli konu ise, Türkiye'nin ani bir kararla, Yunanistan'ın NATO askeri kanadına dönmesine engel oluşturan ve Türk dış politikası açısından önemli bir koz olarak değerlendirilen vetosunu geri alması olmuştur. Türk Dışişleri Bakanlığı kadrolarının bile haberi olmaksızın alınan kararla Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünün gerçekleşmesi ve Yunanistan ile Türkiye arasındaki dengeyi sağlayacağı düşünülerek hazırlanmış olan "Rogers Anlaşması"na Yunanistan'ın daha sonra karşı çıkmış olması, ilerleyen dönemlerde Türk dış politikasını güç durumlara düşürmüştür. [12] 
  
 


3- Bu konuda Dimitri Kitsikis, Türk - Yunan İmparatorluğu adlı kitabında "Osmanlı İmparatorluğu'nun Yunanlılar için '400 yıllık bir kölelik' dönemi değil, tam tersine, Yunan kültürünün kesin surette katkıda bulunduğu ve Yunanlıların övünç duymaları gereken, evrensel tarihin görkemli bir yapıtı olduğunu" dile getirerek, Osmanlı İmparatorluğu'nu tam olarak anlayabilmek için imparatorluğu oluşturan etnik/dinsel toplulukları tek tek değil bir bütün olarak ele alıp incelemek gerektiğini dile getirmektedir. Dimitri Kitsikis, Türk - Yunan İmparatorluğu, İstanbul: İletişim Yayınları,1996. 
4- Bu konuda bkz; Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası IV. Cilt, İstanbul Say Yayınları , 1989; Taner Timur, Osmanlı Kimliği, İstanbul: Hil Yayınları,1986; D. Kitsikis, Türk - Yunan .., 
5- Fener Ortodoks Patrikhanesi hakkında bilgi için bkz; Yorgo Benlisoy - Elçin Macar, Fener Patrikhanesi, Ankara: Ayraç Yayınları, 1996. 
6- Bkz; S. Tanilli, Yüzyılların Gerçeği.., s. 362 vd. 
7- Herkül Millas, Yunan Ulusunun Doğuşu, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.
8- Richard Clogg'un Modern Yunanistan'ın Tarihi'nde belirttiği gibi, Megali İdea - "Büyük Ülkü terimini ilk kez dile getiren Helenli bir Ulah olan, Ali Paşa'nın oğluna doktorluk yaparken bağımsız bir krallığın ilk yirmi yılındaki en etkili siyasal kişiliklerden biri olmaya yükselmiş İoannis Kolettis" olmuştur. Richard Clogg, Modern Yunanistan'ın Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997, s. 66. 
9- Nikos Svoronos, Çağdaş Hellen Tarihine Bakış, İstanbul: Belge Yay. 1988, s. 52. 
10- Sevr Antlaşması'na ilişkin ilginç bir değerlendirme için bkz; Cahit Kayra, Sevr Dosyası, İstanbul: Boyut Kitapları, 1997. 
11- Anlaşmanın metni için bkz; Atatürk'ün Dış Politikası Cilt II Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1994. ss. 615-616. Yunanistan Başbakanı General Metaxas'ın Türkiye'ye yapmış olduğu ziyaret sırasında 9  Ekim 1937 tarihinde Atatürk ile Çankaya'da gerçekleştirilen görüşmede iki ülkenin toprak bütünlüğüne ilişkin kaygılarını gidermeye yönelik işbirliği olanakları değerlendirilirken Türk - Yunan Samimi Anlaşma Paktı'na ayrı bir önem verildiği görülmektedir. Atatürk'ün fikrine göre;"... Balkan Paktı, Balkan hudutlarının mütekabil emniyetini temin ve mevcud statükonun muhafazasını deruhde ettiği ve bu ise Bulgar meselesini halle kafi geleceği cihetle aramızda ayrı bir de antant kordiyal'in devamı arık pek lüzum ve mevzu kalmayacağı fikrinde bir itiraz varid olması ihtimali de bulunabilir. Fakat bence, Balkan Paktı için Bulgar Meselesinin yeğane 'base' telakki edilmesi zayıf bir şey olacağı gibi Türk Yunan antant kordiyali 14 Eylül 1933 için de sadece bir meselenin yegane 'base' kabul olunması zaif bir şeydir. Binaenaleyh bu itibarla antant kordiyal de kendine ait bir hususi mahiyeti haiz olmaktadır. Onun Balkan Paktından başka bir şumulü daha olmak gerektir. Bizimle Sizin  Anadolu sahillerile adalar arasında bir de deniz hududumuz vardır.... Balkan Antantının müdafaa dairesi buna şamil bulunmamakla bu hududun müdafaası doğrudan doğruya ikimize taalluk eden ayrı bir mevzu teşkil eder. Buna nazaran, Türk-Yunan anlaşmasının mahiyeti en geniş sahada birlikte yürümek olmalıdır. Ve şöyle olmasında mutabıkım. Şu halde aramızda mevcud antant kordiyali zaten esasında derpiş edildiği veçhile deniz hududlarına, yani umumi mahiyette birleşmeye teşmil edecek bir şekilde ifade ederek takviye etmelidir" Atatürk'ün Dış Politikası Cilt II... s. 369. 
12- Örneğin dönemin Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği görevini yürüten Kamuran Gürün, anılarında bu konuda şunları yazmaktadır; "... Geçen haftanın sonunda General Rogers (NATO Başkomutanı) gene Türkiye'ye geldi. Onun getirdiği formül üzerinde mutabık kalınarak 20 Ekim pazartesi günü Yunanistan'ın NATO askeri kanadına reentegrasyonu sonuçlandı. Bu konu tamamen askerler tarafından yürütüldü. Son formül metninin yazılmasını bile bize bırakmadılar. Bu sırada İlter de Strasbourg'da idi, oradan Brüksel'e geçecekti. Ona da Brüksel'e geçmeden geri dönmesinin bildirilmesi talimatı verildi." Kamuran Gürün, Fırtınalı Yıllar, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1995, ss.201-202. (Vurgular bana ait F.A.) 
Ufuk Güldemir ise, Kanat Operasyonu adlı kitabında konuya ilişkin olarak şunları yazmaktadır; "... Rogers'ın ısrarı üzerine başbaşa görüşme gerçekleşmiş, Evren'in 'Yunaistan'ın NATO'ya tam üyeliğini veto etmeyin' şeklindeki özel mesajı Rogers aracılığı ile Türk Delegesine iletilmişti. Olcay şaşırmış, ancak ülkesinin yönetim mekanizmaları arasında bir koordinasyonsuzluk olduğu izlenimini vermemek için sanki Evren ile Rogers arasında varılan karardan haberi varmış gibi davranmıştı. Toplantıdan çıkar çıkmaz hasta annesini ziyaret etmek üzere Cenevre'de bulunan Dışişleri Bakanı İlter Türkmen'i  aradı. Türkmen Türk vetosunun kalktığından haberdar değildi. Başbakan Bülent Ulusu da." Ufuk Güldemir, Kanat Operasyonu, Ankara: Tekin Yayınevi, 1985. .82.

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:13

I. BÖLÜM İKİLİ İLİŞKİLER

Yazan

I. BÖLÜM

İKİLİ İLİŞKİLER

 

1980'li yıllarda uluslararası siyasal sistemde güç dengesinin değişim geçirmesi ve bloklar arasında "Soğuk Savaş" döneminin yerini "Yumuşama"ya bırakması, etkileri Türk dış politikası üzerinde de gözlemlenen bir dizi önemli gelişmeye yol açmıştır.

ABD ve SSCB arasında, Reagan ve Gorbachev tarafından sürdürülen ve nükleer silahsızlanma konusunda önemli  ilerlemeler sağlayan anlaşmaların imzalanmasından sonra SSCB'nin, Batı Avrupa üzerindeki tehditi hafiflemiş ve Avrupa'da kurulan yeni denge sonrasında SSCB, Dünya liderlik yarışından çekilerek kendi ülkesel sorunlarına çözüm yolları aramaya başlamıştır.

SSCB'nin izlemeye başladığı yeni politika sonrasında Doğu Bloku ülkelerinde önemli sosyo-ekonomik sorunlar yaşanmaya başlamış ve bir yandan halkın demokrasi istekleri, diğer yandan ekonomik yaşam koşullarının yeniden düzenlenmesi istekleri, bu ülkelerde yönetimlerin hızla sarsılmalarına neden olmuştur. Doğu Bloku ülkelerinde siyasi ve ekonomik dengenin bozulması, bu ülkelerin toplumsal yapılarında etnik/dinsel ayrımcılığın yeniden gündeme gelmesine yol açmıştır. Öyle ki, SSCB'de bile farklı etnik topluluklar ulusal bağımsızlıklarını elde edebilmek için yoğun bir savaşım vermeye başlamışlardır. Bu bağlamda Batı Avrupa ülkeleri açısından en dikkate değer gelişmeler, Polonya'da yönetimin değişmesi ve Dayanışma Sendikası'nın iktidara gelmesi, Baltık Cumhuriyetlerinin SSCB'ye karşı ayaklanması ve daha da önemlisi, Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesi olmuştur. Bu son gelişme, Avrupa'da ekonomik ve siyasal bütünleşmeyi hedefleyen ülkeler arasında kimi şüphelerin de gün ışığına çıkmasına yol açmıştır. Özellikle, tek bir Almanya'nın Avrupa'da ekonomik, siyasi ve askeri açıdan diğer ülkelere göre daha güçlü bir yapı sergilemesi, İngiltere ve Fransa'da kuşkulu değerlendirmelerin yapılmasına yol açmıştır.

Bütün bunların yanı sıra, bloklararası ilişkilerde sağlanan yumuşamanın Batı Avrupa ülkeleri açısından önemli bir diğer sonucu da, bu ülkelerin askeri ittifak ilişkileri içerisinde bulundukları ABD'ye olan güvenlik bağımlılıklarının azalmış olmasıdır. Bu durum NATO üyesi ülkeler arasında ittifak bağlantılarının ve stratejilerinin yeniden düzenlenmesi gereğini tartışma konusu yapmakla birlikte, hemen hiçbir ittifak üyesi ülke NATO ittifakının Varşova Paktı'ndan kaynaklanan tehditin ortadan kalkmasıyla birlikte sona erdirilmesi gereğini tartışmamıştır.

Batı Avrupa ülkeleri ve ABD ile ittifak ilişkileri içerisinde olan Türkiye, uluslararası sistemdeki son gelişmelerden sonra, kendi ulusal dış politika seçenekleri arasında tercihlerini belirlerken ve yeni stratejiler oluştururken uluslararası bağlantılarının tehlikeye düşmesine yol açabilecek düzenlemelerden özenle kaçınmıştır. Batı ile olan bağlantılarında bu ülkeler açısından stratejik konumunun kazandırmış olduğu önemi, sürekli olarak dış politikasında taktik avantaj olarak kullanan Türkiye, SSCB ve Doğu Bloku'nun Batı Avrupa'nın güvenliği açısından bir tehdit olmaktan çıkması karşısında elindeki taktik avantajı kaybetmiş olmanın şaşkınlığını yaşamıştır.

Bu şaşkınlık, kısa sürede AET çerçevesinde Batı Avrupa ile ekonomik ve siyasi bütünleşmeyi hedeflemekte olan Türkiye'de Avrupa'dan dışlanma korkusuna dönüşmüştür. Ancak, Türkiye'nin bu korkusu kısa sürmüştür. Türkiye'nin stratejik konumunun genelde Batı, özelde ABD çıkarları  açısından taşımış olduğu önem Ortadoğu'da çıkan bunalım üzerine tekrar gündeme gelerek Türk yöneticilerini kısmen rahatlatmış, Batı çıkarları açısından Türkiye'nin vazgeçilmez olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte, Türkiye, stratejik konumunun vermiş olduğu avantajlardan yeterince yararlanamamıştır. Irak'ın Kuveyt'i işgal girişimi karşısında Batı ve ABD'nin yanında yer alan Türkiye, Ortadoğu'ya ilişkin geleneksel dış politikasını değiştirirken yeni dış politika yaklaşımları ile gelecekte Ortadoğu sorunlarında etkin bir rol oynayabileceğinin ve statükonun değişmesi durumunda, kimi istemlerle ortaya çıkabileceğinin işaretlerini vererek bölge ülkelerinin Türkiye'ye yönelik politikalarında değişiklikler yapmalarına yol açmıştır.[1]

1990'lı yıllar Türkiye'nin Balkanlar'da da yoğun faaliyet göstermesini gerektirmiştir. Dağılan Yugoslavya topraklarında kurulan yeni devletler arasında Bosna-Hersek sorunu, ardından Makedonya ve en son olarak da Kosova sorunu, Türkiye'nin bölgede yeni roller üstlenmesini gerektiren gelişmeler olmuştur. Özellikle Balkanlar'da yaşayan ve kendilerini Türkiye'ye etnik/dinsel kültürel bakımdan yakın hisseden yeni bağımsız ülkelerde yaşanan savaş ve soykırımlara Türkiye'nin göstermiş olduğu tepki, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye'nin dış politikasında aktif yönelimler içerisinde olduğu şeklinde yorumlanırken bölge ülkelerinde de Türkiye'nin etkisinin artacağı endişesi hakim olmaya başlamıştır. Bununla birlikte Türkiye, Bosna-Hersek ve Kosova sorunlarında da görüldüğü gibi bölgede tek başına bir inisiyatif üstlenmek yerine savaş ve soykırımı durdurmaya yönelik olarak uluslararası kamuoyunu harekete geçirmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Bu bakımdan ele alındığında Türkiye'nin gerek Balkanlar'da gerek Ortadoğu ve Kafkaslar'da giderek artan bir bölgesel güç olma kapasitesi hissedilmeye başlanmıştır. [2]

Uluslararası ve bölgesel düzeyde bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye'nin dış politika gündemindeki temel sorunlardan birini oluşturan Yunanistan ile olan uyuşmazlıkların giderilmesi konusu, Türkiye'nin uluslararası bağlantılarını güçlendirmek için tasarladığı girişimleri yaparken önüne bir engel olarak çıkmaktadır. Özellikle Türkiye'nin AB ve NATO çerçevesinde topluluk ve topluluk üyesi ülkelerle olan ilişkileri, Yunanistan ile olan uyuşmazlıktan büyük ölçüde etkilenmekte; dolayısıyla, Yunanistan'la olan uyuşmazlık, Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini yürütürken yoğun bir mücadele sergilemesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, Türk - Yunan uyuşmazlıklarının, hem iki ülke arasındaki ilişkiler açısından Türkiye için bir sorun oluşturduğu, hem de Türkiye'nin uluslararası bağlantıları açısından bir sorun olarak değerlendirilmesi gerektiği söylenebilir.

Coğrafi konumları gereği bir arada yaşamaya zorunlu olan Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlık, oldukça karmaşık bir sorunlar yumağı olarak karşımıza çıkmaktadır; bu sorunları üç genel başlık altında toparlamak mümkündür, bunlardan birincisi ve belki de en kolay çözümlenebilecek olanı, azınlıklar sorunu, ikincisi Kıbrıs sorunu, üçüncüsü ve en güç çözümlenebilecek olanı da Ege Denizi'ne ilişkin sorunlardır. İki ülke arasındaki ilişkilerde, kimi zaman yukarıda sıralanmış bulunan sorunlardan biri üzerinde ortaya çıkan yeni bir gerginlik, bir an içerisinde aşılması güç bir bunalıma dönüşebilmektedir. Taraflar arasındaki uyuşmazlıklara kesin ve kalıcı bir çözüm şeklinin bulunamaması, iki ülke arasında güvensizliği arttırmakta ve uyuşmazlığı kalıcı kılmaktadır. Bu durum, uzlaşmazlığa taraf ülkelerin dış politika seçeneklerini belirlerken algılamalarına yansımakta ve çözümsüzlüğü katılaştırmaktadır.

Sovyetlerin çöküşünün ardından Avrupa'nın askeri güvenlik endişelerinin artması ve gerek Avrupa'da gerekse Balkanlar ve Orta Asya'da yeni işbirliği ve etkinlik alanlarının ortaya çıkması bu yönde çıkarlarını kanalize etmeye çalışan sistem içerisindeki aktörlerin kıyasıya mücadelesini de beraberinde getirmiştir. AET(AB), bir yandan Doğu Bloğunun çökmesi ile bağımsızlıklarına kavuşan Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa siyasi, ekonomik ve kültürel yapısına uyumlulaştırılarak bütünleştirilmesine çalışırken diğer yandan da ABD ile Balkanlar ve Orta Asya'daki enerji kaynaklarının uluslararası piyasalara aktarılmasından pay alma mücadelesine girmektedir. Bu durum Türkiye'nin stratejik konumunu ABD ve AB açısından öncelikli kılarken, aynı zamanda, Türkiye'nin gelişmişlik düzeyi ve demografik yapısı ile AB bütünleşmesi içerisinde yer almasına olumlu bakılıp bakılmayacağını da tartışma konusu haline getirmektedir. Türk - Yunan ilişkileri, bir yönüyle bu ikilemi de bünyesinde barındırmaktadır. Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin uluslararası bir niteliğe büründürülerek pazarlık konusu yapılması; AB, ABD, BAB, Avrupa Konseyi gibi çok yönlü ilişkilerde tartışılmaya başlanması, uluslararası siyasal sistemin yeni oluşum düzeyinde hangi kıstaslara sahip ülkelerin daha etkin olabileceğinin de işaretlerini vermektedir. Nitekim, bu türden bir yapılanma içerisinde, Türkiye'nin bölgesel düzeyde etkin ve dengeler üzerinde söz sahibi bir ülke olduğunu gösteren ve bunu da diğer bölge ülkelerine kabul ettiren önemli olaylar yaşanmaya başlanmıştır. Özellikle Türkiye'nin yıllardan beri güneydoğuda dış destekli ayrılıkçı teröre karşı sürdürmekte olduğu askeri mücadelede sergilemiş olduğu başarı ve terörün dış desteklerinden birine -Suriye'ye karşı sergilenen sert çıkışta somutlaşan askeri müdahaleler de dahil her türden girişime başvurulacağına ilişkin kararlılık, Türkiye'nin inisiyatif kullanma yetisine sahip bir güç olarak sisteme müdahale edebileceğini göstermiştir. Bu durum Türkiye'nin stratejik çıkarları söz konusu olduğunda bölgesel / uluslararası aktörlerle olan ittifak ilişkilerinde de kendini göstermiştir. Bu bağlamda, İsrail ve ABD ile kurulan stratejik ortaklıkların olumlu sonuçlar vermekte olduğu görülmüştür. Nitekim, Öcalan'ın Suriye dışına çıkmasının ardından Kenya'da, Yunanistan'ın Büyükelçiliğinde, ortaya çıkması ve Türk timleri tarafından yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi, AB'ne tam üyeliğe aday olma sürecinde, Helsinki Zirvesi sırasında ABD'nin AB ülkeleri üzerindeki etkisi, İstanbul'da yapılan AGİT Zirvesi'nde ABD'nin Türkiye'yi stratejik ortak olarak niteleyerek gelecek yüzyılın bu ortaklık çerçevesinde belirleneceğini dile getirmesi, İran destekli terörist hareketlere karşı ülke genelinde yürütülen operasyonlarda sağlanan başarılar, Türkiye'de ekonomik, siyasi ve askeri istikrarın kurulmasının ulusal olduğu kadar uluslararası ilişkiler bakımından da sürece uygun bir gelişme olarak değerlendirildiğini göstermesi bakımından ilginçtir. İstikrarlı bir Türkiye'nin ABD tarafından desteklenen yeni uluslararası siyasal sistemde önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Bu durum özellikle ABD'nin ve uluslararası sermayenin 21. yüzyıla ilişkin beklentilerinin de başarı şansını doğrudan etkileyebilecek bir nitelik taşımaktadır. Bölge ülkelerinin yapısal özellikleri dikkate alındığında Orta Asya ülkelerinin uluslararası pazarlara entegrasyonunun ve bu ülkelerin doğal kaynaklarının, zenginliklerinin uluslararası pazarlara açılmasının hangi güzergahlar üzerinden istikrarlı bir şekilde sağlanabileceğinin çıkar çatışmalarına yol açtığını görmekteyiz. Bu bakımdan, öne çıkan AB, ABD ve Japonya'nın yanı sıra Rusya Federasyonu'nun stratejik tercihlerinin birbiriyle örtüşmesi mümkün değildir. Japonya ve Rusya Federasyonu bir yana bırakılırsa, AB ve ABD arasındaki çekişmede Türkiye'nin yerine ilişkin öngörüler ve bu öngörülerin gerçekleştirilmesine ilişkin çabalar, Türkiye'yi 21. yüzyılda da uluslararası ilişkilerde bölgesel bir aktör olarak gündeme oturtmaktadır. Türkiye, sahip olduğu stratejik önceliklerini bu yapılanma içerisinde ulusal çıkarlarını gözeterek maksimize etmek zorundadır. Bu da geçmişten farklı olarak, Türk siyasi yaşamındaki aktörlere yeni bir avantaj yaratmaktadır. Geçmişte istikrarsızlıkların sürdürülmesinden yana bir AB / ABD siyasası söz konusu iken bugün bu siyasa değişmiş ve istikrarlı bir Türkiye'nin Batı genel çıkarları için daha rasyonel bir tercih olacağı anlaşılmıştır. Bu bağlamda Türkiye ve Rusya Federasyonu arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve güvenin sağlanmasına koşut olarak, istikrarın Rusya'nın da çıkarlarını gözetecek bir yapılanmaya kavuşturulması olanaklıdır. Bunu zorlaştıran ise, Rusya ile ABD arasındaki çekişmenin doğrudan Kafkaslar ve Orta Asya'da çıkar ve hegemonya mücadelesine, üstünlük arayışına dönüşmüş olmasıdır. Türkiye'nin etnik ve dinsel yakınlık duymuş olduğu bu bölgedeki etkinliğinin artmasının Rusya'nın bölgedeki etkinliğinin azalmasına, dolayısıyla bu ülkelerin Rusya ile olan bağımlılık ilişkilerinin azalmasına yol açabileceği endişesi Rusya'nın duyarlılığını arttırmaktadır.

Böylesi bir ortamda Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların çözüme kavuşturulmasına ilişkin çabalar ve ilişkilerin gerginlikten bir anda yumuşamaya dönüşmesi de ilginçtir. İki ülkeyi sıcak bir çatışmanın eşiğine getiren sayısız gerilime rağmen, 17 Ağustos depreminin ardından başlatılan yakınlaşmanın ulusal kamuoylarının da psikolojik desteğini kazanmış olması, istikrara ilişkin çabaların her iki ülke siyasileri tarafından da paylaşıldığının işareti sayılabilir. Nitekim, 1990'ların ikinci yarısında her iki ülkenin de stratejik ortaklıklarını kurarlarken değişik, giderek karşıt saflarda yer aldıkları görülmüştür. Bu durum her iki ülkenin de aynı askeri ve siyasi sistem içerisinde yer almış olması ile çelişmiştir; Yunanistan, Balkanlar'dan Orta Asya ve Ortadoğu'ya Türkiye'yi stratejik olarak sorunlu olduğu ülkelerle çevreleyen bir stratejik ortaklık kurma yönünde faaliyetler içerisinde olmuştur. Bulgaristan, Rusya Federasyonu, İran, Gürcistan, Ermenistan, Suriye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile kurmuş olduğu askeri, siyasi, ekonomik ilişkiler ve ittifakların ortak noktası ise, Türkiye'ye karşı izlenecek politik tavır olmuştur. Dolayısıyla, 1999 - 2000 süreci, izlenen bu politikaların Yunanistan ile olan ilişkilerde etkisini daha az hissettireceğinin işaretlerini vermesi bakımından ilginçtir. Her iki ülke arasında işbirliğini arttıracak girişimler yaşama geçirilerek bu süreç güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Bununla birlikte, iki ilke arasında statükoyu değiştirecek esas duyarlı sorunların çözümüne ilişkin somut adımların atılması ise, henüz yaşama geçirilmekten uzaktır. Bununla birlikte, ılımlı bir iyimserlik her iki ülkeye de hakim görülmektedir.

İlerleyen bölümlerde iki ülke arasındaki uyuşmazlıklarda tarafların dış politika davranışlarının oluşum sürecini etkileyen temel faktörlere değinileceğinden, bu bölümde yalnızca iki ülke arasındaki uyuşmazlık konularına ağırlık verilecektir. Konu incelenirken elden geldiğince ve ulaşılabildiğince, tarafların görüşleri nesnel ve doğrudan belirtilmeye çalışılacak, sorunlara ilişkin siyasi ve hukuki savlar sergilenecektir. 
  
 


1- Bu durum gerek iç ve gerekse dış politikada tartışmalara yol açarken Türkiye'nin revizyonist amaçlarla ortaya çıkmasının kendi ulusal toprak bütünlüğünü de tehlikeye düşürebilecek bir süreç olduğu üzerinde durulmuştur. Bu yaklaşımın aktif dış politika olarak sunulması ve Türk Silahlı Kuvvetleri ve Dışişleri Bakanlığı'nın dışlanarak oluşturulması dış politikada bir tür çok başlılık yaratmış ve eleştirilmiştir. 
2- Sürece ilişkin gelişmelerin bir değerlendirmesi için bkz; Şule Kut, "Yugoslavya Bunalımı ve Türkiye'nin Bosna-Hersek ve Makedonya Politikası: 1990-1993", Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk Sönmezoğlu, İstanbul: Der Yayınları, 1998; ss.321-344.

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:12

GİRİŞ

Yazan

Prof. Dr. Haluk ÜLMAN'a...

Prof. Dr. A. Haluk Ülman

1931-2018

 


GİRİŞ

Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini ilgilendiren temel sorunlardan biri durumundaki, Yunanistan'la olan uyuşmazlıklar konusu üzerine hazırlanan bu araştırma dört ana bölümden oluşmaktadır.

Birinci bölümde, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde taraflar arasında görüş ayrılıklarına konu edilen belirgin sorunlar ele alınmaktadır. Bu bölümde, iki ülke arasındaki uzlaşmazlık konuları üç ayrı başlık altında toplanmaktadır. Bunlar, tarihsel süreç de göz önünde tutularak sırasıyla, azınlıklar sorunu, Kıbrıs sorunu, Ege Denizi'ne ilişkin sorunlardır; Ege Denizi'ne ilişkin sorunlar başlığı altında ise, ulusal karasularının genişletilmesi, kıta sahanlığının saptanması sorunu, adaların silahlandırılması sorunu, ulusal hava sahası ve FIR sorunu, NATO komuta kontrol sorunları ve egemenliği antlaşmalarla Yunanistan'a devredilmemiş ada, adacıklar ve kayalıklar sorunu ele alınmaktadır.

Bu bölümde, iki ülke arasındaki sorunlar hakkında tarafların siyasi ve hukuki tezleri ulaşılabildiği oranda yansıtılmakta, sorunların teker teker ayrıntılarına girmek yerine, sorunlara ilişkin izlenen politikaların taşıdığı anlam sergilenmeye çalışılmaktadır. Bunda da asıl amaç, daha sonraki bölümde iki ülke arasındaki ilişkilerin yönelimini etkileyen faktörler incelenmeye çalışılırken, uzlaşmazlık konularının özde ne anlama geldiği konusunda bir fikir verebilmektir.

İkinci bölümde ise, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkileyen faktörler ele alınmaktadır. Bu faktörleri üç noktada toparlamak mümkün; bunlardan ilki ortak tarihi ilgilendirmektedir. Osmanlı toplumsal sistemi içerisinde Türk ve Yunan ulusal kimliğinin oluşum süreci, ulusçuluk mücadelesi, ulusal kurtuluş savaşları ve bağımsızlıkların her iki ülke insanları üzerinde yaratmış olduğu etki bu alt bölümde ele alınmaktadır. Günümüzde; gerek Türkiye'de gerekse Yunanistan'da hala ulus devlet oluşturma sürecinde önemli aksaklıkların ve duyarlılıkların yaşanmakta oluşu dikkate alınırsa, ulusal kimlik, ulusal sınırlar, toprak bütünlüğü, ulusal güvenlik vb konulardaki duyarlılığın genel dış politika karar alma süreci üzerindeki etkisi daha kolaylıkla anlaşılabilir. Bu bağlamda; Türk - Yunan uzlaşmazlığı bir yönüyle karşıt iki ulusçuluğun çatışmasını yansıtmaktadır.

İkinci bir etken olarak; gerek siyasi karar alma düzeyinde gerekse kamuoyu ve kitle iletişim araçları düzeyinde, Türkiye ve Yunanistan'ın birbirleri hakkındaki algılamaları ele alınmaktadır. Türkiye ve Yunanistan arasında uzun süreli bir güvensizlik, iletişimsizlik ve diyalog eksikliği yaşanmaktadır. Taraflar, birbirlerinin her hareketini kuşku ile karşılamakta; bu durum sonuçta, iki ülke arasındaki uzlaşmazlıkları gidermeye yönelik iyi niyetli çabaları da gölgelemekte ve sonuçsuz bırakmaktadır.

Bu bölümde, Türkiye ve Yunanistan'ın birbirlerinin ulusal kişilikleri ve kendilerine yönelik niyetleri hakkındaki değer yargıları, imaj ve algılamaları belirlenmeye çalışılacaktır. Her iki ülke halkları birbirlerini hangi karakteristik özellikleriyle tanımaktadır? Türklerin Yunanlılar, Yunanlıların Türkler hakkında edindikleri bilgilerin kaynağı nelerdir? Temel eğitim sırasında diğer ülke hakkında ne tür bilgiler okutulmaktadır? Taraflar hangi davranışlara bakarak diğerini kendi ulusal güvenliği, çıkarları ve toprak bütünlüğü bakımından potansiyel bir tehdit kaynağı olarak görmektedir? İki ülke arasında gerginliğe yol açan ve ilişkilerin normalleştirilmesini engelleyen olumsuz algılamalar ya da yanlış algılamalar nelerdir? Kamuoyu ve basın iki ülke arasındaki ilişkilere nasıl bakmakta ve bu durum dış politika karar alma sürecine ne ölçüde yansımaktadır ? Bu bölümde bu ve benzeri sorulara yanıtlar aranacaktır.

Üçüncü bir etken; anlaşmazlığın iç politika kaygılarından ne yönde etkilendiğidir. Zaman zaman taraflar birbirlerini gerginliğin sorumlusu olarak görmekte ve bu durumda da diğerini iç politikada karşılaşmış olduğu sorunlardan kamuoyunun dikkatlerini çekmek için gerginliği yapay olarak tırmandırmakla suçlamaktadır. Ya da; özellikle seçimler sırasında iktidar/muhalefet arasındaki mücadelede, iki ülke arasındaki ilişkilerde izlenen tutum ve davranışların oya dönüştürülmek istendiği ileri sürülmekte ve karar alıcının oy kaygısı ile davrandığı; dolayısıyla, iki ülke arasındaki sorunların çözümünde gerekli serbestiye sahip olmadığı dile getirilmektedir. Bir başka açıdan; siyasi iktidar ve ordu arasındaki ilişkilerin de iki ülke arasındaki uzlaşmazlıkların kolaylıkla giderilmesini engellediği ileri sürülmektedir. Hükümet ve ordu arasındaki dayanışma ve işbirliğinin yanı sıra, orduya olan güvenin sarsıldığı dönemlerde, iki ülke arasındaki uzlaşmazlığın, hükümet/ordu/kamuoyu arasındaki dayanışma ve bütünlüğü sağlama amacıyla gündemde tutulduğu ileri sürülmektedir. Dolayısıyla, bu savlar çerçevesinde iki ülke arasındaki ilişkilerin nasıl etkilendiği gözlemlenmeye çalışılacaktır.

Bu bağlamda; Türkiye ve Yunanistan'da siyasi iktidarların, muhalefet ve basının, ilişkilerde yaşanan sorunlara yaklaşımları saptanmaya çalışılacak ve uzlaşmazlığın bu ülkelerin iç/dış politik kaygılarındaki etkileşimi dile getirilecektir.

Bu araştırma sırasında, iki ülke arasındaki ilişkilerin nasıl bir yapısal özellik gösterdiği saptanmaya çalışılacaktır. Uyuşmazlıkların giderilebilmesi için gösterilecek çabaların başarılı sonuçlar verebilmesi için gereken koşulların neler olduğu, tarafların hangi konularda duyarlı oldukları saptanmaya çalışılacaktır. Diğer bir deyişle; iki ülke arasındaki ilişkilerde karşılıklı güven, barış ve işbirliğinin yeniden kurulabilmesi için gereken temel koşulların neler olduğu belirlenmeye çalışılacaktır.

Bu çerçevede; iki ülke arasındaki ilişkiler konusunda gerçekçi bir çözümlemeye gidebilmek için şunu anlamakta yarar vardır; günümüzde iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan uyuşmazlığın çözümlenmesini engelleyen temel eksiklik, tarafların birbirlerine olan güveni kaybetmiş olmaları ve karşı tarafı yanlış algılamakta oluşudur. Gerçekte iki ülke arasında yaşanan pek çok sorun uluslararası siyasal sistem içerisinde diğer pek çok ülke arasında da yaşanmaktadır. Özellikle Ege Denizi'ne ilişkin sorunlar bu çerçeve içerisinde ele alınabilecek türdendir. Ege Denizi'nin jeostratejik/coğrafik yapısı ve bu bölgede Türk - Yunan sınırlarının dağılımı dikkate alındığında, uluslararası hukukun devletlerin egemenlik haklarına getirmiş olduğu genişletici her yeni hükmün Türkiye ve Yunanistan arasındaki statükoyu yeniden gözden geçirmeyi gerektirmesini doğal karşılamak gerek. Dolayısıyla; Türkiye ve Yunanistan'ın sorunları çözümlemek için yapacakları görüşmelerden önce aralarında diyalog ve güven ortamını oluşturmaları bir zorunluluktur. İki ülke arasında barışın, dostluk ve işbirliğinin sağlanabilmesi büyük ölçüde buna bağlı gözükmektedir. Barış, dostluk ve güvene dayalı ilişkilerin kalıcı olması ise her iki ülke halkının bu yaklaşımı benimsemiş olmasına bağlıdır.

İki ülke arasında yaşanan pek çok soruna karşın 1999-2000 sürecinde başlatılan ılımlı diyalog çabaları her iki ülke halklarının desteğini almış bulunmakta, dolayısıyla hükümetlerin diyalog sürecinde hareket serbestileri arttırmış bulunmaktadır. Ulusal alanda kamuoyları, muhalefet ve hükümetlerin diyalog sürecini desteklemelerinin yanı sıra uluslararası alanda da bu diyaloğu kolaylaştıracak bir ortamın varlığı söz konusudur. Gerek AB gerekse ABD iki ülke arasındaki sorunların çözüm yolunun açılmasını bölge istikrarının korunması bakımından olumlu karşılamaktadırlar. Dolayısıyla, iki ülke arasındaki hükümranlık haklarını ilgilendiren temel sorunların görüşüleceği aşamaya henüz geçilememiş olmasına karşın işbirliğinin yaygınlaştırılacağı ve olumsuz algılamaların etkisinin azaltılacağı bir sürecin bu yolu açacağı düşünülebilir. 

Sayfa 5 / 5

Kitap-İçindekiler

Üye Giriş

üyelik